Sayfalar

29.9.10

Aranıyor...

Başladığım ve bitirmeye üşendiğim ödevleri bitirecek;
Yapmam gereken sunumlar için konu araştıracak;
Anlamadığım dersleri bana anlatacak;
Hazırlanmam gereken quizlere çalışacak;
Ve tabii bu quizlere beni de hazırlayacak;
Sabahları benim yerime uyanacak;
Kimi kimi bana masaj yapacak;
Biri aranıyor.

Lütfen bana bu blogdan ulaşın.
Nolursunuz.

28.9.10

Sakız

Ben ilkokuldayken, dışarı çıkarken renkli sakızlar çiğnerdim.
Hatta evde çiğneyeceğim zaman en güzel renkleri sona bırakırdım.
Renkli sakız çiğnemenin havalı bir şey olduğunu sanıyordum.
Bugün Şıpsevdi çiğnerken aklıma geldi...

Mektup #3

"Neredesin?
Nerede kaldın?"

And I've always dreamed
That love would be effortless
Like a petal fallin' to the ground
A dreamer followin' his dream
- Kelly Clarkson

27.9.10

Tembellik

Hani bazen içinizden hiç bir şey yapmak gelmez ya.
Masanızın başına oturmuş, boş boş etrafa bakarsınız.
Kafanızda yapmanız gereken şeylerin listesi döner durur.
Ama hiç bir hareket yoktur.
İşte öyle haller içindeyim...


***

Kendimi eski jazz-soul şarkılarına adamış durumdayım, orkestraya önermek üzre.
Şimdi şarkılardan bir kuple gelsin bari:

Now once, I was down hearted
Disappointment, was my closest friend
But then you, came and it soon departed
And you know he never
Showed his face again

- Jackie Wilson

26.9.10

Kahin

Bugün yine babam ve annemle her zaman kahve içtiğimiz yerde oturuyorduk.
Orada bir seneden uzun süreden çalışan kızlardan bir tanesi her zamanki gibi bizi karşıladı, hatırımızı sordu.
Sonra her zamanki gibi annemle havadan konuşmaya başladı.
"Hava çok sıcak olduğu için kalabalıktır buralar," dedi annem.
"Yaa evet, ama birazdan patlar," dedi kız.
O anda bir gümbürtü koptu, ve şakır şakır yağmur yağmaya başladı.

Kız şemsiyelerin köşelerinin altında oturan insanların masalarına koştu, herkes ayaklandı, birçoğu da içeri kaçtı...

23.9.10

Kulaklık Paylaşmak

Birkaç gün önce Kuşburnu bana çok sevdiği bir grubun albümünü verdi.
Kendi blogunda arada sırada bahsediyor, grubun adı "Cocoon".
Bu Fransız ikili, şirin aksanları ve ukuleleleriyle duyup duyabileceğiniz en sempatik müziklerden birtanesini yapıyorlar.
Melodileri insanı var olmayan bir Avrupa şehrine götürüyor; ve sanki birileri bu şehirde attığınız her adımda size eşlik ediyormuş gibi geliyor. Sözler melodide kayboluyor ama dikkatli dinlediğinizde gülümsemeden edemiyorsunuz. Çok, çok tatlı bir his gerçekten.
Ben, albümü aldığımdan beri sürekli dinliyorum; sabahları hiç fark etmeden uyuyakalıyorum, akşamüstüleri aynı müzikle hayallere dalıyorum.

Ama sanırım en güzeli adaptörümle iki kulaklığı iPod'uma takıp okulda fon müziğimizi paylaşarak Kuşburnu'yla yürümekti. Bir hayali paylaşmak gibiydi.
Çok anlatmak istediğiniz bir şey vardır, ama kelime bulamazsınız ya; işte sanki anlatabilmenin yolu buymuş gibi geldi...

"There's a long long road
To reach your house
I arrived just before
Just before the sunset
And you said ,and you said
Welcome with your eyes
And we said ,and we said
Nothing at all"
- Cocoon

21.9.10

Orada...


12/365, originally uploaded by Ksenia.Klykova.

...olmayı çok özledim.

Yaz gerçekten bu kadar uzakta mı kaldı?

20.9.10

Lindt

"A small pastry shop on Marktgasse in Zurich's old town in 1845. Confectioner David Sprüngli-Schwarz and his 29 year old son Rudolf Sprüngli-Ammann, who also trained to be a confectioner, dared to do something new: they decided to make chocolate. "


Çikolata, Lindt olunca daha güzel...

19.9.10

Günlerden Dün

Dün çok sıradışı bir gündü.
Mutluluk kelimesini çok farklı hallerinde gördüm, yaşadım. Sonra bir an geldi mutluluktan çok uzaktım.
Hepsi vardı.

Ama oturup tüm günü yazmak gibi bir planım yok.
Sadece günün içinden kısacık bir bölümü paylaşmak istedim:

Kuşburnu, Ördek, Bleach, Mozart ve ben metrodayız, trene doğru yürürken kulağımıza çok tatlı bir müzik geliyor. Metroda yankılanan melodiyi takip ediyoruz; ve elinde siyah akustik gitarı, kalın çerçeveli gözlükleri, Hollywood sakalıyla* onu gördük. Diğerlerine "Biraz izleyebilir miyiz?" dedim; ama zaten onların da istediği buydu. Hepimiz sürekli metro kullandığımız için, metro müzisyenlerine alışığız; ama duyduğumuz şey bizleri gerçekten çok etkilemişti. Bunun üzerine durup dinlemeye karar verdik. Geldiğimizde çalmakta olduğu şarkıyı bitirince alkışladık ama yerlerimizden hareket etmedik. İkinci şarkısıysa beni daha çok etkilemesine yetmişti. Starsailor'ın dinlemekten hiç bıkmadığım Alcoholic şarkısını çalıyordu. İşte bu şarkının ortalarında, olduğum yerden hareket edemeyeceğimi anlamıştım. Birkaç şarkı sonra "What if God Was One Of Us"ın akustik ve duymadığımız bir versiyonunu çalmaya başladığında, hepimiz aynı anda eşlik etmeye başlamış ve gülüşmüştük. Gitmek istemediğimi söylediğimde, onlar da kalmak istediklerini söylediler ve kendimizi metronun ortasında, adamın karşısında otururken bulduk. Çevremizde bir dolu insan toplanmıştı bile. Neredeyse daha yeni oturmuşken (en azından biz öyle hissediyorduk) gitarcı son şarkısını çaldı ve biz alkışlarken toparlanmaya başladı. Birbirimize "ama biz dinliyorduk?" diye bakakaldık. Kutusuna biraz para atıp, tebrik ettim. O da gülerek bizi turist sandığını, bütün şarkıları dinlediğimiz için şaşırdığını söyledi.
Bir arkadaşıyla konuşurken yanından ayrıldık...

*bu bir sakal stili, google'dan bakmak isteyebilirsiniz; anlayacaksınız :)


***

Not: Aynı gün, D&R'da duyduğum Fransız bir caz şarkıcısının albümünü aldım. Anlamadığım ama keyif aldığım bir şeyler dinlemek için.

17.9.10

Mektup #2

"Sebepsizce aklıma gelmekten vazgeçmelisin.
Seni aklımdan çıkarabilmek için bir kağıt parçasının üzerine adını yazmam gerekti, defalarca; ta ki adın, kalın ve siyah bir çizgide kaybolana dek.
Birkaç gün önce yaptığın şeyin senin için ne kadar zor olduğunu hayal edebiliyorum.
İşte bunu bilmeni çok isterdim. Yaptığın şeyin senin için zor olduğunu ve zor olmasına rağmen benim için yaptığını bildiğimi; ve bunun beni aslında ne kadar mutlu ettiğini.
Ve bu yüzden karşılık vermediğim için üzgünüm; ama artık kendim için doğru olan şeyleri yapmaya başladım ve benim için doğru olan şey buydu.
Her ne kadar inkar etsem de "Acaba?" demeye devam ediyorum, ve evet, seni düşünüyorum.
Buna rağmen, seni aramayacağım.
Üzgün olduğumu bil isterdim; ama muhtemelen bilmeyeceksin.
Bu mektup da sana ulaşmayacak.
Yine de yazmak istedim.
Defalarca; ta ki sen geçmişte kaybolana dek.
Çünkü artık kaybolman gerek..."

15.9.10

Shuffle #9

"Not everything in this magical world is quite what it seems"
- Nelly Furtado

14.9.10

Hayalperest

Hayalperest bir yapım olduğunu kabul etmiş ve belli aralıklarla tanıdığım insanlara da duyurmuş bir insanım.
Hayal kurmaktan anlatılmaz bir keyif alıyorum.
Kurduğum hayaller olmasaydı; bırakın kendim olmayı, bir başkası bile olamazdım; çünkü hayattan nefret ediyor ve günlük bir egzersiz olarak, yok olmayı bekliyor olurdum.

Bahsetmek istediğim şey yeni yeni farkına vardığım bir şey değil. Daha çok, "sürekliliğini" yeni fark ettiğim bir şey. Doğru olduğunu bildiğim; ama her zaman için geçerli olduğunu şimdiye dek fark etmediğim bir olgu bu.

Hayatta hiç bir zaman, hiç bir hayaliniz tam anlamıyla gerçek olmuyor.

Duyulduğu kadar karamsar bir düşünce değil bu; anlatmaya çalıştığım şey hayallerin gerçek olmadığı ya da hepimizin boşa umut ettiği falan değil.
Hayaller gerçek oluyorlar; bunu kendimde defalarca kez yaşadım. Büyük ve küçük bir dolu hayalin -bana ya da başkalarına ait- gerçek oluşuna tanık oldum.
Tanık olduğum bir başka şeyse, bu hayallerin asla kafamızda canlandırdığımız gibi gerçekleşmediği.
Şuana dek gerçekleşen en büyük hayalinizi düşünün; üzerinde günlerce, aylarca, belki de yıllarca yaptığınız değişiklikleri. Eklediğiniz ayrıntıları ve gözünüzü kapadığınızda gözlerinizin önüne gelen resimleri. Bunca zaman şekillendirdiğiniz o hayal, tam da o resimlerdeki gibi gerçekleşmediğine eminim. Resimlere eklenenleri, hatta resimden çıkarılanları görebiliyor musunuz?
Şimdiye dek kurduğunuz tüm hayalleri gözden geçirin. Her birindeki eksikleri ve fazlaları..

Gerçi; hayaller gerçekleştiği sürece fazla sorgulamıyor insan.
Olanla yetiniyor çoğunlukla; çünkü nasıl olsa beklemekten yorulmuş oluyor.

Sadece bazen durup düşündüğümde, asla hiçbir şeyin kafamda kurduğum kadar güzel olacağını bilmek beni üzüyor. Olmasını istediğim, gerçekleşmesine ihtiyacım olan düşünceler ve hayaller asla kurduğum kadar güzel ya da iyi olamayacak.
Bu düşünce, -üzerinde yeterince düşündüğünüzde- gerçekten yorucu bir düşünce.

Ve belki de bu yüzden insanlar kitaplar yazıyor ve müzik yapıyorlardır.
Kurdukları hayallerin bir yerlerde gerçek olabileceğine inanabilmek için...

00:31'ken

Okulun ilk günü.
İşim bu saatte ancak bitti.
Şimdi uyuyup, 5 buçuk saat kadar sonra uyanacağım.

"Neler oluyor hayatta?
Bir de şu rüya gerçek olsa, olsa.."
- Uğur Akdora

12.9.10

Buda, Obuda, Pest!

Sonunda seyahatimin resimlerini bilgisayara atabildim!
"Keşke hep Budapeşte'de kahvaltı ediyor olsam." demiştim. Bu lafın üzerine Budapeşte'den birkaç fotoğraf paylaşmadan olmazdı. Belki ne demek istediğimi şimdi daha iyi anlarsınız...


Güne Tuna'nın kıyısından başlıyoruz...

Andrássy út


Bu resimse, Margaret Adası'nda çekildi. Buda ve Peşt'in arasından geçen Tuna Nehri'nin tam orasında uzanan -ve hiç de küçük olmayan- bir ada Margaret adası.


Biz Budapeşte'deyken orada da bir tür festival vardı. Sokaklar trafiğe kapatılmış ve her köşe ayrı bir etkinliğe ayrılmıştı. İpinden çekinde hareket eden atlar mı dersiniz, 2 metre karelik sahnelerde piyano konserleri mi, hiç duymadığınız tatlılarla dolu stantlar mı? Hepsi, hepsi vardı! :)

Şenliğin beni en çok hayran bırakan kısmı: sokağın ortasındaki okuma alanları...
İstiklal'e de bunlardan istiyoruz diyenler el kaldırsın!

Şehir köprünün üzerindeki heykel gibi adamcıklarla doluydu. Bu adamcıklar eskiden şehirde yaşayan ve halk tarafından tanınan kişilermiş. Tanınan derken, köyün delisi gibi...



Ve işte geceleri Budapeşte böyle parlıyordu...


***

Not: Tatilin bitiyor olması ne kötü...

Yaz Biterken

Okulunu seven, hatta okuluna tapan bir insan olarak; okulumun açılmasına hiç hazır değilim.
Bu tatil nasıl geçti anlamadım.
Üç aylık zamanı geçirme şeklimden de hiç memnun değilim.
Şimdi yapmam gereken işlerle dolu post-it'lerim ve ayakta uyuma hallerim geri dönüyor.

Bence hayat öğlen uyanıldığında daha güzel...

8.9.10

7.9.10

Falling Slowly

I don't know you
But I want you
All the more for that
Words fall through me
And always fool me
And I can't react
And games that never amount
To more than they're meant
Will play themselves out

Take this sinking boat and point it home
We've still got time
Raise your hopeful voice you have a choice
You'll make it now

Falling slowly, eyes that know me
And I can't go back
Moods that take me and erase me
And I'm painted black
You have suffered enough
And warred with yourself
It's time that you won

Take this sinking boat and point it home
We've still got time
Raise your hopeful voice you had a choice
You've made it now
Falling slowly sing your melody
I'll sing along

- The Swell Season


***


"So this song has ben a absolute wonder-- wonderful thing that's happened to us. Like --like.. Like any song, you write to song and hope that it's gonna you hope that whatever it is about the song it's gonna work, you hope that the lyrics are gonna make sense, you hope that it's gonna speak it from your heart or it's gonna have some grain truth in it. This song if I can use the --the metaphor, if I may, this song is a bit like --you know you kick your ball and you're hoping it's gonna get to the end of the garden because that's where your brother is waiting for you to, you know, kick it back. And so you kick your ball, hoping it's gonna reach to the end of the garden and your ball goes over the wall, it goes over the river, it goes over the next house, and it goes into a place you never imagined it would end up...
And the tiny tiny tiny part of you that's going 'I want my fucking ball back' is completely outshadowed by the wonder of 'Oh my God, I kicked my ball that far!' So...
You get the metaphor don't you? Okay.."
- Glen Hansard (The Swell Season)


***


En sevdiğim birkaç şarkıdan bir tanesi, çoğu zaman en sevdiğim şarkı.
İnsanların şu cümleyi kurmasından nefret ederim ama kurmak zorundayım işte:
Her dinlediğimde tüylerim ürperiyor...

7 Gün 7 Şehir

28 albüm, 19 kartpostal, 3 kitap, 2 resim, 2 deste oyun kartı, yüzlerce fotoğraf.

Viyana'dan, Cesky Krumlov'dan, Prag'dan, Karlovy Vary'den, Dresden'den ve Budapeşte'den döndüm.
Dün 14.50'de uçağımdan indiğim ve bavulumu topladığım gibi de U2 konseri yollarındaydım. Dream Endless ve Kuşburnu'yla 12'ye kadar konserde, sonrasında 2'ye doğru da yollardaydık.
Anlatmak istediğim tonla şey var ama nereden başlayacağımı hiç hiç bilmiyorum.
Aldığım dersler, fark ettiğim yeni şeyler, görmeyi uzun süredir beklediğim şehirler, bu şehirlerin insanları ve yollarda aldığım küçük anlamsız notlar.
Şimdi düşündüğümde her biri gözümün önünde küçük kareler halinde beliriyor ve yok oluyor.

Güzel şeylerin bu kadar kolay yok olabilmesi beni hep üzmüştür.
Dün sabah Budapeşte'de kahvaltı ediyordum, bu akşam bir mesaj yüzünden aklım allak bullak.
Değerli anların, ufacık olaylarla mahvolması doğa kanunlarına aykırı gibi.
Ya da tam tersi.
Bilmiyorum.
Keşke hep Budapeşte'de kahvaltı ediyor olsam.

1.9.10

Gezi Notları 1: Viyana: "Pembeler su."


Günün sabah 8'de başladığını ve benim var olan tüm enerjimle birlikte günün 00.30 sularında bittiğini düşündüğümüzde, 14 buçuk saattir, hiç durmadan yağmur yağıyor.

Daha duşumu bile almamış, bir yanımda not defterim, diğer yanımda M&M'lerimle Viyana'da geçirdiğim günü nasıl özetleyebilirim diye düşünüyordum ve yukardaki cümle ideal geldi.
14 buçuk saat boyunca yağmur yağıyordu; ve ben 14 buçuk saat boyunca o yağmurun altında ordan oraya koşuşturdum. Turun Viyana'ya ayrılmış tek günü bugün olduğundan, mümkün olduğu kadar yer gezmem gerekiyordu. Gezilmesi gereken yerlerin sadece turistik mekanlar olmadığını dile getirmek isterim, bahsettiğim bu yerler Viyana'lıların kendilerinin gidip oturduğu kafeleri ve tabii ki müzik marketleri de kapsıyordu.
Günün geneli başarılıydı, harika bir harita içgüdüsüne sahip olduğumu belirtmek isterim.
Normalde sağımı solumu bile bilmediğim gerçeğini göze aldığımda, elime bilgi donanmış bir turist haritası verildiğinde yapamayacağım şey olmadığını öğrendim.
Almak istediğim albümlerin bir kısmını alabildim, gitmek istediğim yerlerin bir çoğuna gidebildim.

Mozart'ın Evi'ne gidemedim; ve bunu her hatırladığımda içimde bir şeyler parçalanacak; çünkü çok istiyordum. Ama lanet olasıca giriş görevlisi müzenin kapanmasına yarım saat varken "Ben kasayı kapadım." dedi ve beni içeri almadı. Onu oracıkta boğabilirdim, boğmadım, bir koşu Haus der Musik'e gittim ve orada yaklaşık bir iki saat gezdim durdum. Müziği seven herkesin uğraması gereken bir yer!
Çok çok ıslandım ve kimi zamanlar kendimi bir müzede heykel inceleyerek kururken buldum; ama buna deydi.

Not defterime karaladığım saçma sapan notların bir kısmı da şöyle:
- Obuda, Buda, Peşte! (Budapeşte böyle 3'e ayrılıyormuş, yok artık)
- Herkes yaşlı?
- German, hurray!
- İğrenç İtalyan limonatası, nefis Margarita.
- Bisikletliler
- Muntazam yerleştirilmiş, eskimiş evler.

Günün "EN"ine gelirsek:
EN sevdiğim mekan: -- şimdi fark ediyorum ki ismini bilmiyorum. ne yazık ne yazık...
Herneyse en sevdiğim mekan müzik dükkanı bulmak adına girdiğim cadde (Mariahilferstrasse) üzerindeki o küçücük pizzacı oldu. Beraber tek bir orda bile yapmayan iki odacıktan oluşan bir pizzacıydı bu. Sahibi iki genç çocuktu; içlerinden birisi sürekli tanıdık bir müşterinin yanına oturup onunla sohbet ediyordu, diğeriyse tezgahın arkasında bir şeyler yapıyor ve bir yandan da radyoda çalan şarkılara ıslığıyla eşlik ediyordu.
Gelen her müşteriyi ya bağıra çağıra selamlıyor ya da hava hakkında bir espri yapıyorlardı ve giden müşterilere de yine aynı havayla Ciao! diye uğurluyorlardı.
Mekan ciddi ciddi küçüktü, oturduğumuz yerden elimizi uzatsak tezgaha hatta çocuklara bile ulaşırdık; ama çok keyifli olduğunu söylemek zorundayım. Ah tabii: pizzalar da nefisti.
Ama içtiğim en kötü limonatayı içtim. İtalyan limonatasına hayır.
Viyana - İstanbul karşılaştırması yapmayı düşünmüyordum ama burda özellikle fark ettiğim bir şey varsa o da etrafın yemyeşil olması her şeyi güzelleştiriyor.
Yani binalar eski ve isli ve lekeli; ama etrafta o kadar çok yeşil var ki, bütün bunlar inanılmaz doğal geliyor ve hepsi bir birine karışıp göze güzel geliyor..
Herneyse,
İşte böyle dolu dolu bir gündü bugün.
Bir posta ofisini bulamadığıma, bir de Mozart'ın Evi'ne gidemediğime üzüldüm; ama bu ikisi dışında her şey yolunda gidiyor.

Yarın 7'de de Prag yolundayım.