Bir süredir blog yazacağım yazacağım diye duruyordum da, becerememiştim.
Ama Kuşburnu'nun son blogunu görünce tutamadım kendimi...
"10 Things I Hate About You"
Heath Ledger'ı "özledim" doğrusu...
Hayatımda izlediğim en hoş filmlerden bir tanesiydi...
İyi bir "of!" çektim şu sahneyi izlediğimde:
http://www.youtube.com/watch?v=0SfVM3nIM9o
Teşekkürler Kuşburnu, hatırlatmana çok sevindim!
Biraz her şey, biraz hiç bir şey... Mutlaka bir yerlerde bir kahve kokusu, sakin bir melodinin tatlı duygusu...
30.3.10
23.3.10
Dear Diary
Ben dünyada yaşamakla baş edemiyorum sanırım.
İçinde bulunduğum bu hırs, istek ve amaç karmaşasında nerelerin güvenli bölge olduğunu bilmiyorum ve ben sürekli kopup gitmiş bir akıntının içinde sürükleniyorum.
Ve ben artık o kadar yoruldum ki nefes bile alamıyorum.
Herkes ne kadar meşgul olduğumdan bahsediyor. Herkes bundan bahsediyor ve kimse bu konuda bana bir gram sempati bile göstermiyor. Zaten kimseden "ah senin işin var, şunu da yapmayı ver" demesini beklemiyorum. Ama bana sürekli "diğerlerinden vazgeç" mesajlı yorumlar yapmasa insanlar belki hayat daha kolay olurdu.
Sonra hayatın zincirleme bir şaka gibi üstüme fırlattığı küçük olaylar...
Şunu söyleyebilirim ki bir insanın yok olmak istemesi için iyi bir sebebe ihtiyacı yok, küçük ve tonlarca sebep yeter de artıyor bile.
Hiç bir beklentim karşılığını almıyor.
Kötü yanıysa ben zaten çıtası yüksek olan bir insan değilim; ve hayatımın benim düşük beklentilerimi bile karşılamıyor olması gerçekten çok yıkıcı bir his.
Peki ne yapmam gerekiyor?
Çünkü artık hiç bir müzik kafamın içindeki fırtınanın sesini bastıramıyor ve hissetiğim bu duygu her ne ise kelimelere dökülmemekte çok ısrarcı davranıyor.
Moralimi bozan şeylerin hiç birinin kontrolüne sahip olmayışım beni çaresiz bırakıyor.
Bu bir labirent ve çıkışı yok.
Bu kadar işte.
Böyle basit.
"Dear Dairy
What is wrong with me?
Cause I'm fine between the lines..."
- Travis
İçinde bulunduğum bu hırs, istek ve amaç karmaşasında nerelerin güvenli bölge olduğunu bilmiyorum ve ben sürekli kopup gitmiş bir akıntının içinde sürükleniyorum.
Ve ben artık o kadar yoruldum ki nefes bile alamıyorum.
Herkes ne kadar meşgul olduğumdan bahsediyor. Herkes bundan bahsediyor ve kimse bu konuda bana bir gram sempati bile göstermiyor. Zaten kimseden "ah senin işin var, şunu da yapmayı ver" demesini beklemiyorum. Ama bana sürekli "diğerlerinden vazgeç" mesajlı yorumlar yapmasa insanlar belki hayat daha kolay olurdu.
Sonra hayatın zincirleme bir şaka gibi üstüme fırlattığı küçük olaylar...
Şunu söyleyebilirim ki bir insanın yok olmak istemesi için iyi bir sebebe ihtiyacı yok, küçük ve tonlarca sebep yeter de artıyor bile.
Hiç bir beklentim karşılığını almıyor.
Kötü yanıysa ben zaten çıtası yüksek olan bir insan değilim; ve hayatımın benim düşük beklentilerimi bile karşılamıyor olması gerçekten çok yıkıcı bir his.
Peki ne yapmam gerekiyor?
Çünkü artık hiç bir müzik kafamın içindeki fırtınanın sesini bastıramıyor ve hissetiğim bu duygu her ne ise kelimelere dökülmemekte çok ısrarcı davranıyor.
Moralimi bozan şeylerin hiç birinin kontrolüne sahip olmayışım beni çaresiz bırakıyor.
Bu bir labirent ve çıkışı yok.
Bu kadar işte.
Böyle basit.
"Dear Dairy
What is wrong with me?
Cause I'm fine between the lines..."
- Travis
20.3.10
Yetiyor
"... He wasn't me. But he was who I wanted to be, so that makes him the best version of myself, and that can't be a bad thing, to have the best version of yourself standing there on a bedroom wall and watching you. It makes you feel as though you musn't let yourself down."
from SLAM by Nick Hornby
***
O aptal kavram dersinde hoca "Kendinizi seviyor musunuz?" diye sorduğunda çok düşünmeden evet dedim.
Çünkü bunu daha önce yeterince düşünmüştüm.
O benim ses tonumu kendince yorumlamış ve muhtemelen kendini beğenmiş bir insan olduğumu düşünerek "Pekala, şimdi bize açıkla, kendini neden seviyorsun?" demişti.
Ona uzun uzun insanın kendisiyle olan ilişkini anlatmaya ya da kendimi çok defa sorguladığımdan bahsetmeye ne niyetim ne de mecalim yoktu.
Kısaca iyi bir insan olmaya çalıştığımı; ve yaptığım şeylerin hiçbirinin kötü bir amaç taşımadığını en iyi ben bildiğim için kendimi sevdiğimi söyledim.
Pek inanmadı ama o eleştirel ses tonuyla bile olsa kırk yılın başı mantıklı bir şey söyledi cevap olarak: "Arkadaşınıza iyi bir insan olmak kendisini sevmesi için yeterli geliyor."
Ama galiba zaten bir tek bana yetiyor.
from SLAM by Nick Hornby
***
O aptal kavram dersinde hoca "Kendinizi seviyor musunuz?" diye sorduğunda çok düşünmeden evet dedim.
Çünkü bunu daha önce yeterince düşünmüştüm.
O benim ses tonumu kendince yorumlamış ve muhtemelen kendini beğenmiş bir insan olduğumu düşünerek "Pekala, şimdi bize açıkla, kendini neden seviyorsun?" demişti.
Ona uzun uzun insanın kendisiyle olan ilişkini anlatmaya ya da kendimi çok defa sorguladığımdan bahsetmeye ne niyetim ne de mecalim yoktu.
Kısaca iyi bir insan olmaya çalıştığımı; ve yaptığım şeylerin hiçbirinin kötü bir amaç taşımadığını en iyi ben bildiğim için kendimi sevdiğimi söyledim.
Pek inanmadı ama o eleştirel ses tonuyla bile olsa kırk yılın başı mantıklı bir şey söyledi cevap olarak: "Arkadaşınıza iyi bir insan olmak kendisini sevmesi için yeterli geliyor."
Ama galiba zaten bir tek bana yetiyor.
18.3.10
Mektup #1
Üzerinden ne kadar zaman geçti bilmiyorum.
Takvimde o günü işaretlemedim; kafamda rakamlar da dönmüyor.
Salı mıydı, Perşembe mi onu bile hatırlamıyorum.
Bir süre önceydi sadece.
Çok eski değil.
Yeni de.
Kafamda küçük karelerden oluşan güzel bir vidyomuz var; bazılarında sen yoksun ama ben seni düşlüyorum, bazılarındaysa telefondayız - sana laf anlatmaya çalışıyorum ama sen beni sıkıştırıp duruyorsun. Hepsinde ellerim soğuk. Hepsinde yanaklarım sıcak.
Eğer büyük bir çöküntü yaşamam gerekiyorduysa, hala yaşamadım.
Hala geceyi doldururcasına ağlamadım. Daha hiç elim telefona gitmedi. Hiç aramayı düşünmedim, mesaj atmayı, sana ulaşmayı.
Arasam ne olurdu diye düşündüm bir kaç defa ama aramayı hiç düşünmedim işte.
Fransızca'da seni tartıştık, onlar sen olduğunu bilmiyorlardı. İsmini yazdık, fiilini çektik.
Ben küçük bir kağıda sen olduğunu yazdım, bir dostuma okuttum sadece.
O uzun uzun bana baktı.
Geçenlerde bir başkası bana çaldığın şarkıyı çaldı. Elleri seninki kadar güzel değildi gerçi; ve titriyordu. Senin gibi çalamıyordu, senin daha iyi olduğunu söylemek istedim ama sonra vazgeçtim. Senin parmakların tuşların üzerinde kayardı sanki...
Son besteni bana hiç yollamadın, melodisi neydi diye düşünüp duruyorum.
Ama sana sormayacağım.
Hani şu şiir var ya, var olmayan şeylerin en güzelleri olduğunu söylüyor.
O duyduğum en güzel besteydi; ve duymasam da öyle kalacak.
Nadiren bir şarkı duyduğumda, keşke bana bunu söyleseymiş, diye düşünüyorum. Senin söylemediğin, senin söylemeni istediğim öyle çok söz var ki...
Ve bugün ilk defa, eve dönerken duyduğum şarkıyı keşke ben sana söyleseymişim diye geçirdim içimden. Şimdiyse oldukça geç. Şimdi sana bu şarkıyı söylemeyeceğim...
Seni özleyip özlemediğimi bilmiyorum.
Yokluğunda bile varmışsın gibi geliyor.
Tıpkı o şiir gibi işte.
Var olmayan şeylerin en güzelleri olduğunu söyleyen.
Takvimde o günü işaretlemedim; kafamda rakamlar da dönmüyor.
Salı mıydı, Perşembe mi onu bile hatırlamıyorum.
Bir süre önceydi sadece.
Çok eski değil.
Yeni de.
Kafamda küçük karelerden oluşan güzel bir vidyomuz var; bazılarında sen yoksun ama ben seni düşlüyorum, bazılarındaysa telefondayız - sana laf anlatmaya çalışıyorum ama sen beni sıkıştırıp duruyorsun. Hepsinde ellerim soğuk. Hepsinde yanaklarım sıcak.
Eğer büyük bir çöküntü yaşamam gerekiyorduysa, hala yaşamadım.
Hala geceyi doldururcasına ağlamadım. Daha hiç elim telefona gitmedi. Hiç aramayı düşünmedim, mesaj atmayı, sana ulaşmayı.
Arasam ne olurdu diye düşündüm bir kaç defa ama aramayı hiç düşünmedim işte.
Fransızca'da seni tartıştık, onlar sen olduğunu bilmiyorlardı. İsmini yazdık, fiilini çektik.
Ben küçük bir kağıda sen olduğunu yazdım, bir dostuma okuttum sadece.
O uzun uzun bana baktı.
Geçenlerde bir başkası bana çaldığın şarkıyı çaldı. Elleri seninki kadar güzel değildi gerçi; ve titriyordu. Senin gibi çalamıyordu, senin daha iyi olduğunu söylemek istedim ama sonra vazgeçtim. Senin parmakların tuşların üzerinde kayardı sanki...
Son besteni bana hiç yollamadın, melodisi neydi diye düşünüp duruyorum.
Ama sana sormayacağım.
Hani şu şiir var ya, var olmayan şeylerin en güzelleri olduğunu söylüyor.
O duyduğum en güzel besteydi; ve duymasam da öyle kalacak.
Nadiren bir şarkı duyduğumda, keşke bana bunu söyleseymiş, diye düşünüyorum. Senin söylemediğin, senin söylemeni istediğim öyle çok söz var ki...
Ve bugün ilk defa, eve dönerken duyduğum şarkıyı keşke ben sana söyleseymişim diye geçirdim içimden. Şimdiyse oldukça geç. Şimdi sana bu şarkıyı söylemeyeceğim...
Seni özleyip özlemediğimi bilmiyorum.
Yokluğunda bile varmışsın gibi geliyor.
Tıpkı o şiir gibi işte.
Var olmayan şeylerin en güzelleri olduğunu söyleyen.
15.3.10
Şurdan Burdan
Burnum öyle tıkalı ki; gün içinde burnumdan içeri bir gram oksijen alamadım.
Nefes alma eylemini ağzımla yapmaya başlayınca da her zamanki gibi boğazım mahvoldu.
Bunun yanında, günün belirli saatlerinde farklı vücut ısılarına sahiptim; ateşim kendi kendine çıktı - kendi kendine de indi.
Bu zincirleme hastalık olayı beni gerçekten yoruyor.
***
Akvaryumumdaki yalnız (ve ölümsüz olduğundan şüphelendiğim) melek balığına arkadaşlık etmeleri için iki japon balığı aldım.
Ve japon balıklarını seçerken gözüme o doğa harikası hayvanlar çarptı: tatlı su salyangozları!
Sanırım dünyanın en sempatik ve hımbıl hayvanları onlar.
Ama ne yazık ki evdeki akvaryuma koyduğumuzdan beri hiç dışarı çıkmadılar. Bir kaç defa taşların arasında ceberleşirken gördüysem de şimdi hiç kendilerini göstermiyorlar.
Sanırım biraz utandılar.
Arada sırada akvaryumumun önüne başımı koyup dışarı çıkmalarını bekliyorum...
***
Bu arada yeni elemanların adlarını iPod shuffle ile seçtim. Gerçekten çok başarılıydı:
Beyaz ve turuncu benekli şişko japon balığı: Tom
Turuncu ve kuyruğunda siyah çizgileri olan japon balığı: Henrietta
Biraz daha büyük olan salyangoz: William/Will
Daha ufakça olan salyangoz: Charlotte
***
Sonunda iTunes'umun önerilerine kulak verdim ve yeni sürümü yükledim.
Artık benim de bir Genius'ım var.
Şimdi onu keşfetme zamanı!
ve tabii ödevlere başlamanın!
***
"I guess God thinks I'm able..."
-Oasis
Nefes alma eylemini ağzımla yapmaya başlayınca da her zamanki gibi boğazım mahvoldu.
Bunun yanında, günün belirli saatlerinde farklı vücut ısılarına sahiptim; ateşim kendi kendine çıktı - kendi kendine de indi.
Bu zincirleme hastalık olayı beni gerçekten yoruyor.
***
Akvaryumumdaki yalnız (ve ölümsüz olduğundan şüphelendiğim) melek balığına arkadaşlık etmeleri için iki japon balığı aldım.
Ve japon balıklarını seçerken gözüme o doğa harikası hayvanlar çarptı: tatlı su salyangozları!
Sanırım dünyanın en sempatik ve hımbıl hayvanları onlar.
Ama ne yazık ki evdeki akvaryuma koyduğumuzdan beri hiç dışarı çıkmadılar. Bir kaç defa taşların arasında ceberleşirken gördüysem de şimdi hiç kendilerini göstermiyorlar.
Sanırım biraz utandılar.
Arada sırada akvaryumumun önüne başımı koyup dışarı çıkmalarını bekliyorum...
***
Bu arada yeni elemanların adlarını iPod shuffle ile seçtim. Gerçekten çok başarılıydı:
Beyaz ve turuncu benekli şişko japon balığı: Tom
Turuncu ve kuyruğunda siyah çizgileri olan japon balığı: Henrietta
Biraz daha büyük olan salyangoz: William/Will
Daha ufakça olan salyangoz: Charlotte
***
Sonunda iTunes'umun önerilerine kulak verdim ve yeni sürümü yükledim.
Artık benim de bir Genius'ım var.
Şimdi onu keşfetme zamanı!
ve tabii ödevlere başlamanın!
***
"I guess God thinks I'm able..."
-Oasis
10.3.10
Be
Denny Crane: It's fun being me, is it fun being you?
Alan Shore: Most of the time...yes it is.
Denny Crane: What else is there?
(from Boston Legal)
Alan Shore: Most of the time...yes it is.
Denny Crane: What else is there?
(from Boston Legal)
7.3.10
Dinlemek
Takip ettiğim güzel bir müzik blog'u var.
Genç bir çocuğun çeşitli müzikleri, müzisyenleri tanıttığı bir blog bu.
Bon Jovi'den tutun Lady Gaga'ya kadar tanıdığınız tanımadığınız her türlü müzikle karşılaşabiliyorsunuz. Hem kişisel bir blog hem de objektif.
Ama bugün bu blog'dan bahsediyor olmamın daha farklı bir sebebi var.
En son yazdığı entry (Sometimes, you just have to listen.) beni gerçekten çok etkiledi. Uzun bir süredir kendime itiraf edemediğim bir şeyi yüzüme vurdu sanki. Acımasızca değil ama bir abi gibi.
Düşündüklerimi bu entry'ye yorum olarak da attım ama sizlerle de paylaşmak istedim.
Umarım siz de zaman ayırıp bahsettiğim yazıyı okursunuz; ve bu genç çocuğun önerisine kulak verirsiniz...
"It always amazes me, to see that I haven't realize that it was one of my old favourite songs I had been listening.
The familiar melody hits me when I finally take a five-second-long break.
The song is about to finish probably and I haven't even been listening to it.
To that one song I cried with, the one helped me bare the pain and healed my soul.
It always hurts me when I realize that I can't hear it anymore.
Then again, it takes a good listening to hear, right?
Thank you for reminding.."
6.3.10
Maths and English
The Examination
you set the first question
you said
how much are you involved
with me?
and I
not being very good
at maths
said I didn’t know.
I set the second question
I said
how do you measure
an emotion?
and you
not being very good
at English
smiled at me.
Steve Turner
you set the first question
you said
how much are you involved
with me?
and I
not being very good
at maths
said I didn’t know.
I set the second question
I said
how do you measure
an emotion?
and you
not being very good
at English
smiled at me.
Steve Turner
Mulberry
To Dorothy
You are not beautiful, exactly.
You are beautiful, inexactly.
You let a weed grow by the mulberry
and a mulberry grow by the house.
So close, in the personal quiet
of a windy night, it brushes the wall
and sweeps away the day till we sleep.
A child said it, and it seemed true:
"Things that are lost are all equal."
But it isn't true. If I lost you,
the air wouldn't move, nor the tree grow.
Someone would pull the weed, my flower.
The quiet wouldn't be yours. If I lost you,
I'd have to ask the grass to let me sleep.
Marvin Bell
You are not beautiful, exactly.
You are beautiful, inexactly.
You let a weed grow by the mulberry
and a mulberry grow by the house.
So close, in the personal quiet
of a windy night, it brushes the wall
and sweeps away the day till we sleep.
A child said it, and it seemed true:
"Things that are lost are all equal."
But it isn't true. If I lost you,
the air wouldn't move, nor the tree grow.
Someone would pull the weed, my flower.
The quiet wouldn't be yours. If I lost you,
I'd have to ask the grass to let me sleep.
Marvin Bell
1.3.10
O Şarkı
Bence bir şarkının en güzel söylenişi; şu kendinizi tutamadığınız, tüm gün kafanızda dönüp dolaştıktan sonra hiç fark etmeden dışınızdan söylemeye başladığınız zamanlardaki hali.
Kimsenin sizi dinlemediğini sandığınız, size boş boş bakan suratları umursamadığınız o kısacık zaman aralığında baştan sona; bazen gözlerinizi kapayarak, bazen başınızı sallayarak söylediğiniz an.
Birisi için değil belki ama; kendiniz için, havadaki o güzel tını için söylediğinizde.
İşte o şarkıyı böyle söyleyen birilerini gördüğümde çıt çıkarmadan dinleyeceğim; ve söylediğim tüm şarkılardan daha güzel olacak.
***
Bu da benim kafamdaki işte:
I don't need to hug or hold you tight
I just want to dance with you all night
In this world there's nothing I would rather do
'Cause I'm happy just to dance with you..."
- The Beatles
Kimsenin sizi dinlemediğini sandığınız, size boş boş bakan suratları umursamadığınız o kısacık zaman aralığında baştan sona; bazen gözlerinizi kapayarak, bazen başınızı sallayarak söylediğiniz an.
Birisi için değil belki ama; kendiniz için, havadaki o güzel tını için söylediğinizde.
İşte o şarkıyı böyle söyleyen birilerini gördüğümde çıt çıkarmadan dinleyeceğim; ve söylediğim tüm şarkılardan daha güzel olacak.
***
Bu da benim kafamdaki işte:
I don't need to hug or hold you tight
I just want to dance with you all night
In this world there's nothing I would rather do
'Cause I'm happy just to dance with you..."
- The Beatles
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)