Sayfalar

31.1.12

103.

Haberim olmadan neler neler yapmışım.
Bugün o gündür efenim, bu "evde" değişimin düğmesine basılmıştır.

30.1.12

The drug takers and the law breakers and the bottom bashing fornicators.





"The Count: Years will come, years will go, and politicians will do fuck all to make the world a better place. But all over the world, young men and young women will always dream dreams and put those dreams into song. Nothing important dies tonight, just a few ugly guys on a crappy ship. The only sadness tonight is that, in future years, there'll be so many fantastic songs that it will not be our privilege to play. But, believe you me, they will still be written, they will still be sung and they will be the wonder of the world."


***


Biraz gülmek, "asi" hissetmek ve güzel müzik duymak isteyenlere şiddetle önerilir.
Bir iç çekip, "Müzik ne güzel şey..." dedirtir.

28.1.12

Half A Brain.


LEFT BRAIN
I am the left brain.
I am a scientist. A mathmatician.
I love the familiar. I categorize. I am accurate. Linear.
Analytical. Strategic. I am practical.
Always in control. A master of words and language.
I am order. I am logic.
I know exactly who I am.
RIGHT BRAIN
I am the right brain.
I am creativity. A free spirit. I am passion.
Yearning. Sensuality. I am the sound of the roaring laughter.
I am movement. Vivid colors.
I am the urge to paint on an ampty canvas.
I am boundless imagination. Art Poetry. I sense. I feel.
I am everything I want to be.


(Am I though? Am I?)

25.1.12

Konserler Silsilesi

Bobby McFerrin biletim yolda;
Dersi mersi boşverip The Heavy konserine gidesim var.
Keşke gittiğim konserlerin reklamını yapınca komisyon alsaydım.
O parayla geçinip konserden konsere koşardım...

22.1.12

Travelling The Face Of The Globe (Oi Va Voi)

Artık ergen çocukları böyle haşlayabiliriz:
"Yaşıtların kendi başlarına okyanuslara yelken açıyor, dünyanın etrafını dolaşıyorlar. Sen ne yapıyorsun peki?"

Şaka bir yana;
13 yaşında bir kızın (Laura Dekker)  kendi başına dünyanın çevresinde yelkenlisiyle gezmiş olması akıl almaz bir şey.
Çok fazla düşünmeden, asla böyle bir şey yapmayacağımı ve bir çocuğum olduğunda onun da böyle bir şey yapmasına izin vermeyeceğimi söyleyebilirim. Mümkün değil.
Böyle bir riski aldığımı, hele de çocuğumun almasına izin verebileceğimi hiç sanmıyorum.
Tabii bu yüzden ben, uluslararası flaş haber olmuyorum.

Yine de, dünyanın her köşesinde, yapmayı gerçekten çok istediği şeyleri sadece korktuğu için yapamayan insanlara ilham verdiğini söylemem gerek.
İnsanların yapamayacağı şey yok, demeyeceğim.
Ama denemeyeceği şey olmamalı.

19.1.12

Launderette


It must have been around 1 pm when mom called and now it was 4 pm and after four weeks of denial and indolence, I decided it was time to do laundry. I shuffled through my stuff in the bag in a vain hope of finding something that wasn't looking and smelling so horrible, and then decided what I had on was probably the best combination, since everything in the bag had this weird smell. I would try and name it, but heck, who needs more visuals than a bag of moisty sweatpants and sweathirts and boxers and balls of socks?
After putting each piece of clothing I owned in the bag, I hit the road for the launderette a few blocks away. The air in this place was thick and the air conditioning never worked but I couldn't care less. It had large comfortable couches, way more comfortable than my bedless mattress, and nobody minded me taking a nap as long as I was using the machines, and I never minded picking the longest washing program for my clothes. Hygiene, in the end, was very important.
I had been dreaming about... I can't really remember but, I had been dreaming when I was woken by a familiar voice:
"Darling, I think your clothes are ready," and indeed they were. It was Mrs. Green, with a grand smile on her face. I never understood how young she managed to look with all the wrinkles in her face and her grey hair tied loosely at the back. She and her three friends, whom I liked to call the Golden Girls, were living around this block and were my only source of income. They were all living alone, except for playing canasta together everyday, and whenever something broke or simply refused to work in their ancient houses, they called me to fix it. I recieved my payement in a decent amount of cash or a homecooked meal of my own choosing. So I was happy to see this woman, not only because she made the best apple pies I've ever had, but because she was very nice.
"Thanks Mrs. Green."
"You know, you are gonna get yourself a stiff back for sleeping on these couches, darling."
"No no, don't you worry. They are more comfy than they look. How are the girls?"
"Oh they are all just fine. Carol had a new haircut, and don't tell her that I told you this but Marie told me that it looked awful. I think it looks wonderful! But what does Marie know about haircuts anyway? She hadn't had one for ten years now! She's lucky she still has a head full of 'em. And Aileene was expecting a guest sometime soon. I haven't seen her this morning, I was too busy preparing for the roast we're having tonight. You sure you don't want to come?"
A homecooked roast beef, fresh out of the oven. I could even hear the smell of it. I had been feeding on store-bought noodles and pizza deliveries for the last few weeks. Of course I wanted to go.
"Yes Mrs. Green, I am sure."
But I was too lazy, and too unwilling to hear about the symptoms of deathly ilnesses for the night. I was planning to rent a movie on the way home and watch that on my Mac while eating a pizza.
Or noodles.
That would be a surprise for me as well.

17.1.12

The Good, The Bad and The Pipedreamer

İyiliğin ne olduğu ve iyi olmanın ne kadar kolay ama bir o kadar zor olduğu konusunda devasa, karanlık bir boşluğun içinde kaybolmuşken; kitap okumaya ayırabildiğim kısacık zamanlardan birinde bir başka karanlığın içindeki kurgusal bir adamın sözlerini okuyorum:

"...only the good doubt their own goodnes, which is what makes them good in the first place. The bad know they are good but the good know nothing. They spend their lives forgiving others, but they can't forgive themselves."
(Man in the Dark - Paul Auster)


Yarı gerçek ve yarı kurgusal sürdürmekte olduğum bu yaşantıda ne kadar iyi ne kadar kötü olduğum konusunda hala bir karara varamıyorum. Eskiden daha iyi bir insan olduğumu biliyorum sadece. Bir de, kötü olmamaya çalıştığımı. Ne kadar başarılı olduğumu bilmiyorum örneğin. Çoğu zamansa "iyi olmak" dünyanın en kolay işiymiş gibi geliyor. İnsanları mutlu etmek, gülümsemek, nasılsın? demek...
Kahve almak için girdiğin bir kuyrukta, görevli yanlışlıkla senin siparişini almaya çalıştığında, önündeki müşteriye "siz buyrun" demek.
Kalabalık bir restoranda oturacak sandalye arayan birisine yanındaki boş sandalyeyi vermek.
Ya da ne bileyim.
İhtiyacı olduğunu bildiğin birisine sıkıca sarılmak.
Ne kadar zor olabilir ki?
Tek sorun herkesin aynı anda iyi olamaması sanırsam. Ve insanların iyi olmak için, bir başkasının ona iyilik yapmasını beklemesi. Hem zaten, karşılığını beklediğinde, iyilik bunun neresinde oluyor onu da bilmiyorum.

Gerçi ben nerden bilebilirim ki, diye düşünmeden de edemiyorum. Öyle ya, yarı gerçek yarı kurgusal bir yaşantı benimkisi...

10.1.12

All along,

".. I said we'd be sorry, sorry
And so we are..."


Keane - Allemande

Powered by mp3ye.eu

9.1.12

Yol Öyküsü


Elindeki zarf evirilip çevrilmekten buruş buruş olmuştu. Nereye koymalıydı? İçeriye gidip onu uyandırmak istemiyordu, bu yüzden ya salona ya da mutfağa bırakmalıydı. Ahşap sehpanın üstüne bırakmak üzereydi ki; yine yapamadı. Mutfağa geri girdi. Buzdolabının üzerindeki mıknatıslardan birini alıp alışveriş listesinin yanına yerleştirdi. Tam yerini değiştirmek için elini uzatmıştı ki içeriden bir homurtu geldi. Gitmeliydi.

Parmak uçlarında dış kapıya çıktı ve yavaş hareketlerle kulpu döndürdü. Kapı klasik gıcırtısını çıkarmasın diye daha da dikkatli davranıyordu. Sonunda evden çıkabildi ve kapıyı aynı yavaş hareketlerle kapadı. Merdivenleri parmak ucunda indi ve iki sokak ötedeki otobüs durağına varana dek nefes bile almadı. Çantasını hiç durmadan kontrol ediyordu: Cüzdan, anahtar, bilet, pasaport… Cüzdan, anahtar, bilet, pasaport… Bir şeyleri unuttuğuna öyle emindi ki. Bir süre sonra uykusu endişesini bastırdı ve başını otobüsün camına yaslayıverdi. Soğuk cam, buhar oldu ve göz kapakları düştü.

“Son durak burası,” ufak tefek, göbekli bir adam yüzünde hüzünlü bir ifadeyle elini omzuna koymuştu “Artık inmelisiniz”. Uyku sersemi bir gülümsemeye çalışsa da başarılı olmadı. Apar topar otobüsten indi. Sabahın bu saatinde trafik yoktu bu yüzden düşündüğünden çok daha erken gelmişti. Büyük bekleme salonundaki koltuklardan birine oturdu. Ekrandaki uçak isimlerine baktı, sakin gözlerle kendi uçağını aradı.

Etraftaki telaşı izliyor, seferlerine yetişmeye çalışan insanları takip ediyordu. Aralıkla yapılan anonsları dikkatlice dinliyordu. Karşısındaki koltuğa genç bir adam oturmuş gazetesini okuyordu. Yanındaki sehpada, girişteki dükkândan aldığı filtre kahvesinin buharı tütüyordu. Kokusunu oturduğu yerden duyabiliyordu. Genç adam gazetesinin üzerinden ona baktı; ya da öyle sanmıştı. Gözleri bulandığı için emin olamıyordu. Adam gazeteyi katlayıp, kahvesinin yanına bıraktı. Yanındaki boş koltuğa oturdu. “Her şey yolunda mı?”

İşte şimdi her şey tertemiz gözüküyordu. Ama yanağındaki çizgi halindeki ıslaklık yeniydi. “Her şey yolunda mı?”

Yeni bir anons New York seferi için son çağrıyı yapıyordu. “Üzgünüm bu benim uçağım; ama iyi olacaksınız değil mi?” deyip karşı masada bıraktığı gazetesine yöneldi. “Umarım yolculuk kendinizi biraz daha iyi hissetmenizi sağlar” dedi ve son kez acı bir gülümsemeyle bakıp kapılardan birine doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı. İleride bir görevliye bir şeyler söyleyip onun oturduğu tarafı işaret ettiğini fark etti. Görevli genç adamın gülümsemesinin aynısını yüzüne yerleştirmiş bir şekilde yanına geldi. “Yardım edebileceğim bir şey var mı?” dedi çekinerek. “İsterseniz biletinize bakayım, uçağınızı beraber bekleriz.” Görevli elindeki bilete uzandı ve ellerinin arasından yumuşak bir hareketle çekti.

Kısa bir sessizlikten sonra görevli bileti uzatarak “doğru bilet olduğuna emin misiniz?” dedi. Gülümseme hala oradaydı ama ses tonuna ince bir alay yerleşmişti sanki. “Evet” dedi çok derinden gelen bir sesle ve bileti görevlinin elinden aldı. “Ama biletinizin tarihi--”

Yeni bir anons yapılıyordu, bu sefer uçak Paris’e kalkıyordu. Yerinden kalktı ve görevlinin sözlerini dinlemeden kapılardan bir tanesine yöneldi. Kalabalığa karıştı ve kalabalığın sonundaki kuyruğa girdi. Bir şeyleri unuttuğuna emindi…

***

“Poğaça almadın mı?”
“Efendim?”
“Poğaça. Kağıda öyle yazmışsın, dolabın üzerinde duruyordu.”
“… Fırın kapalıydı.”

6.1.12

50 dakikalık uykularla, sonu gelmeyen günler hiç çekilmiyor.

"Nasılsın?" demeyi öğrenmeli her insan. Ve cevabı gerçekten merak etmeli.

Şimdi beynimi kapamaya gidiyorum, ben yokken kendinize iyi bakın...

2.1.12

2012.

Sütlü kahvenin tadı, aynı.
Son ana bırakılan ödevlerin stresi, aynı.
Akvaryumum da şebelek şebelek yüzen balıklarımın şebeleklik kat sayıları, aynı.
Odamın dağınıklığı, aynı.
Okunması gereken kitapların, kitap okumaya ayırabildiğim vakte oranı, aynı.
Dinlediğim müziklere eşlik etmekten duyduğum keyif, aynı.
Geleceğe olan merakım ve endişem ve heyecanım, aynı.
Yarın erken kalkacağımı biliyor olmanın azabı, aynı.
Yapmam gereken şeyleri ertelemeye olan müthiş yeteneğim, aynı.

Bu kadar çok şey aynı iken, nasıl yeni bir yılda olabiliriz ki?

"When she was just a girl,
She expected the world
But it flew away from her reach
So she ran away in her sleep
...
This could be Para-Para-Paradise"
-Coldplay




Not: Blogum üç yaşında!