Sayfalar

28.12.10

"sad fact"

egoist elmaşekeri: sad fact: "Most of the laugh tracks on television were recorded in the early 1950’s. These days, most of the people you hear laughing are dead."
- Chuck Palahniuk

27.12.10

Noel Kuşburnu

Bu akşam servise gitmeden önce dolapların orda küçük bir kedi yavrusu buldum.
Beni görüp bir şeyler miyavladı sonra da patilerini omuzlarıma koyup bana sarıldı.
Dolabımdan almam gereken eşyaları almama izin vermedi, miyavladığı sırada "Dolabını göremezsin!" dediğini duyduğuma yemin edebilirim...
Sonra eşyalarımı o getirdi ve beni yolladı.
Bu kedinin tüyleri mordu.
:)

25.12.10

Sonradan-Vuran-Post-Konser-Sendromu

Ses sisteminin çökmesinin hemen ardından 'unplugged konser verirlermiş falan' diye şakasını geçmiştim. IKSV görevlisinin sahneye çıkıp grubun akustik konser vereceğini söylemesi 10 dakika sürmedi. İnsanlar huysuzlaşmışlardı. Ben mutluydum.

Yine konserin ortasında bir yerlerde, önümde oturan yırtık ayakkabılı ve pis saçlı İngiliz, Blaine Harrison, ses sistemi için özür dileyip 'İyi duyuluyor mu?' diye sorduğunda, kalabalıkla beraber çığlık atıyorum. Gözlerimin içine bakıyor ve 'Gerçekten mi?' diye soruyor, 'Mükemmel' diyorum.

Blaine iki adım ötemde taburesinde oturmuş gitar çalıp şarkı söylüyor.
Arada Türkçe bir şeyler saçmalıyor: "Dün. Akşam. Çok. İçtik. Çok. İçtik. Çok. Sarhoş. Olduk."
Oturduğun yerin sadece bir metre ötesinde ayakta yine gitarını çalıp şarkı söyleyen William Rees duruyor. O konuşmak yerine Blaine'e bakıp gülmeyi tercih ediyor.

Konserin ortasında bir yerlerde şarkı bittikten hemen sonra Blaine penasını düşürmüştü. Penaya uzanmak için çaba harcamam gerekmiyordu aslında. Ama en azından konserin bitmesinin gerektiğini düşündüğüm için konserin ikinci yarısını arada sırada 'başkaları penayı gördü mü?' diye telaşlanarak geçirdim.

Yaşlı olmasa da genç olmadığı ortada olan backstage'e laf atmanın yarattığı prestij sayesinde, grubun özür biralarının ilki bana uzatılıyor. Şarkıları söyleyebilmek adına sadece aralarda biramı içebiliyorum.

Bir süre beklememize rağmen bis yapmaya çıkmadılar; ama ben konser biter bitmez çoktan penamı almıştım.

İyi veya kötüden ziyade; sempatik bir konserdi.
Sempatik bir grup Mystery Jets.
Bir sonraki konserine kesin gidiyorum mesela...

Two Types of Women

"There are two types of women, I've found. There are those who are addicted to chocolate and there are bitches. Bitches are the sort of women wo say 'Oh, I couldn't possibly eat a whole Mars Bar, they're so sickly!' Or 'I find one square of dark chocolate more than enough, don't you?' Or, even worse, 'I'm not really that keen on chocolate. I'm more of a savoury person.' All said whilst nibbking conservatively on a Twiglet as if it's a sufficient substitute for sheer pleasure. What's all that about?"
(The Chocolate Lovers' Diet by Carole Matthews)

24.12.10

(şiir)

Bir kaç kelimeden sonra
Elin
Yorulduysa
Karakterler
Boşlukta kaldıysa
Bir konuşmanın ortasında
Belki
Kahvenin dumanı
Hiç havada asılı kalmaz ki
Ya rüzgar?
Hiç esmeden gittiğini gördün mü ki?
Kelimeler de
Öyle esmeli işte
Hani rüzgar gibi
Konuşmalar yarıda kalmaz
Belki
Kahve soğumaz
El
Yorulmaz
Belki
Kelimeler,
kağıda dokunduğunda.

23.12.10

Christmas Spirit


1984
Paul Young, Boy George, George Michael, Simon Le Bon, Sting, Tony Hadley, Bono, Paul Weller, Glenn Gregory, Marilyn, Rick Parfitt, Francis Rossi (vocals); John Taylor (bass); Phill Collins (drums); Midge Ure (keyboards); Gary Kemp (guitar).




2004
Chris Martin, Dido, Robbie Williams, Sugababes, Fran Healy, Justin Hawkins, Bono, Will Young, Jamelia, Ms. Dynamite, Beverly Knight, Tom Chaplin, Dizzee Rascal, Busted, Joss Stone (vocals); Paul McCartney (bass); Danny Goffey (drums); Thom Yorke (piano); Jonny Greenwood, Dan Hawkins (lead guitar); Charlie Simpson (rhythm guitar).


***

Yukarıdaki videolarda gerçekten çok sevdiğim müzisyenlerin yanı sıra, sadece bu videoya katkıda bulundukları için çok sevdiğim insanlar da bulunmakta.
1984'te bunu başlattıkları için ilk videodaki; 20 yıl sonra geleneği sürdürdükleri için ikinci videodaki tüm müzisyenlere duyduğum saygıyı ve sevgiyi kelimelere sığdıramıyorum.

Noel daima kutlamaya özendiğim bir şey olacak :)
Yine de herkese mutlu Noeller!

22.12.10

"I’ll be saved when the city awakes"


Cocoon - "Oh My God" from Seduce Management on Vimeo.

Cocoon'un yeni albümü de çıkmış.
"Where the Oceans End"

Bırakın buralarda, yurtdışında da bulamayacağım yine heralde.
Aramakta yarar var yine de.. :)

Kuşburnu'nun katkılarıyla...

"Because"

Bu şarkının başındaki acı bas partisi, beni çoğunlukla şarkıyı dinlemekten alıkoyuyor.
O acı sese katlanamıyorum, üzüyor beni, ne alakaysa, değiştirmek istiyorum.

Ama sözlerin girmesini bekleyebildiğim zaman, bu şarkıdan daha güzeli olmuyor.
Etrafımı Beatle'ların seslerinden oluşan bir rüzgar sarıyormuş gibi hissediyorum.

"Love is old, love is new
Love is all, love is you."
- The Beatles

21.12.10

Mektup #5

"Hikayemizi anlatırken sadece güzel şeyleri hatırlıyorum;
Anlatırken o zaman yaşadığım mutluluğu hissedebiliyorum.
'Parmaklarımın üzerine parmaklarını koyup bana Clocks çaldırmıştı' dediğimde parmaklarımın üzerinde parmaklarını, acemice çaldığımız melodiyi duyabiliyorum.
O eski mutluluk öyle büyüyor ki içimde, anlatırken yüzümde o eski büyük gülümsemelerimden biri beliriyor.
Sanki bütün bunlar dünmüş gibi duyuluyor olmalı...
Ve bütün bunlar güzel şeylerden ibaretmiş gibi duyuluyor olmalı ki; 'Ama beni gerçekten çok üzdü' dediğimde kimse inanmıyor.
Ben, inanmıyorum bazen.

Melodisini unuttuğum besten geliyor aklıma.
'Şimdiye dek dinlediğim en güzel besten bu' dediğim.
'Bunu senin şiirin için besteledim' dediğin.
Hani, bana hiç yollamadığın besten.

Bana hiç yollamamış olduğun geliyor aklıma.
'Seninle paylaşamayacağım kadar değerli' demiş olman geliyor.
Kırk yılın başı konuşabildiğimiz günlerde, geçiştirişin geliyor.
Bana 'hala o kadar değerli değilsin' diyormuşsun meğer, bense sadece üzülüyorum...

O gün, ilk attığımız adımdan yirmi adım geride olduğumuzu şimdilerde fark ediyorum.
Herşeyin düzelebileceğine olan inancım öyle güçlüydü ki;
Nerede olduğumuzu bile anlamamışım."

12.12.10

Pikap

Bugün;
annemlerin odasındaki dolabın içinde duran dev hurcun içinde eski bir pikap buldum.
Nerden çıktı, ne zamandır ordaydı hiçbirimiz bilmiyoruz.
Hemen alıp odama koştum ve albümlerimin yanında duran birkaç 7-inçlik plağı alıp ilk hangisini dinlesem diye tatlı -ve saçma- bir telaş yaşadım.
Sonunda Angie'yle Kadıköy'ü talan ederken almış olduğum Stevie Wonder plağını koydum ve iğneyi nereye koyacağımı bilemeden plağın üzerine yavaşça bıraktım.
Odaya müzik ve mutluluk dolmuştu

Ne yazık ki bütün bunlar dün gece rüyamda oldu...
Annemlerin hurcunun içinde bırakın eski bir pikabı, yorgan ve yastık dışında hiçbir şey yok.
Stevie Wonder'a ya da bir başka harika müzisyene ait 7-inçlik plaklarım da yok ne yazık ki...
Bir pikabım olmadan plak almak istemedim çünkü.
Ama çok çok çok güzel bir rüyaydı.
Gerçekten odam müzik ve mutluluk dolmuştu :)

10.12.10

Post-Musical-Evening

Bu akşamki gibi akşamlarla dolu bir hayat geçirebilirim,
bunu yapabilirim,
kesinlikle.

İnsan geleceği için kararlar alırken bunu unutmamalı bence.
Günlerini nasıl geçirmek istediğini, unutmamalı.

9.12.10

Florence & The Machine benzeri diğer sanatçıları Myspace Müzik 'de bulun


Bu grubu yeni buldum..
Ve aşık oldum.
Özellikle de bu şarkıyı, hiç durmadan dinliyorum.
Aynı kadının farklı şarkılarını dinlemek istiyorum ama kafamda sürekli bu şarkı döndüğü için yapamıyorum...


***

Not: Oi Va Voi İstanbul'a geliyormuş! 21 Ocak Cuma nerde olduğumu biliyorsunuz! :)

8.12.10

Geçmişteki

Bundan bir yıl önceki, iki yıl önceki, beş yıl önceki, on yıl önceki "ben"le konuşabilmek isterdim.

Her insanın böyle bir fırsatı olmalı bence,
Nereden geldiğini, nereye gittiğini unutmamak için.
Ne istediğini,
Neyi sevdiğini,
unutmamak için.

6.12.10

Radikal Kararlar

Durduğum yerden ileriye baktığımda, geleceğime dair hiçbir şeyi net göremiyorum.
Sanki üzerine dev bir sis çökmüş ve ne kadar uğraşsam da görüşümü düzeltemiyormuşum gibi.
Sadece bir önümdeki taşı görüyorum ve bu bastığım taşların beni doğru yere götüreceğine inanmak istiyorum.
Yarın sıradan bir kutunun içine, sıradan bir kağıdı bırakırken gözlerimi kapıyor olacağım, çünkü bu adımın doğru olup olmadığını görmeye cesaret bile edemiyorum.
İzlenecek yolların, atılması gereken adımların yok olduğu; çamur bir patikaya gireceğim yarın.
Gideceğim yolları önüme koyulmuş ve defalarca basılmış taşlar değil;
Ben seçeceğim.


Belki, bir gün bu duyguyu hatırlar ve üzerine bir şarkı yazarım...

4.12.10

Playing For Change



The Inspiration

Playing for Change is a multimedia movement created to inspire, connect, and bring peace to the world through music. The idea for this project arose from a common belief that music has the power to break down boundaries and overcome distances between people. No matter whether people come from different geographic, political, economic, spiritual or ideological backgrounds, music has the universal power to transcend and unite us as one human race. And with this truth firmly fixed in our minds, we set out to share it with the world.

***

Müzikle dünyayı değiştirebilir,
daha güzel bir yer haline getirebilir,
ve kurtarabiliriz..

Çünkü müzik inanları değiştirebilir, onların ruhuna dokunabilir.

***

"Let's get together and feel alright."
- Bob Marley

1.12.10

Yüz Metrede Bir

Eve geldiğimde dışarıda bir şey patlıyor gibi sesler geliyordu, pencereden dışarı baktığımda çok yakında bir yerlerde havai fişek patlattıklarını gördüm.
Bir kaç yüz metre ötede birileri bir şeyler kutlarken, benim moralimin bu kadar bozuk olması ne garip.

28.11.10

The Lazy Song (Bruno Mars)

O yapmak istediğim her şey için bol bol zamanımın olacağı günleri bekliyorum.
Şimdilik,
hiç bir şey yetişmiyor...

27.11.10

"So you must be.. Sgt. Pepper?"

Kate & Leopold (2001)



Hayatının bir noktasında peri masallarına inanmış;
ve hala oralarda bir yerlerde beyaz atlı prenslerin var olduğunu düşünerek kendini mutlu eden tüm kızların izlemesi gereken bir film. :)

Not: Hugh Jackman'a zaten aşık değilseniz, bu filmden sonra aşık olucaksınız...

26.11.10

Yazmadığımız Hikayeler

Etrafımdaki boşluğu dolduran bir şeyler var.
Fikir ve duygular ve hikayeler ve kelimeler ve sesler ve ışıklar ve dahası.
İfade gücümü kaybediyor gibi hissediyorum kendimi.
Eskiden fikirlerimi kelimelere dökmeyi çok iyi beceriyordum.
Ne oldu, ne değişti hiç bir fikrim yok.
Sadece tekrar yazı yazabilmek istiyorum...

Sanırım ertelediğim diğer herşeyin yanında bir de kendimi ifade etmeyi erteliyor olmam doğru değil...

25.11.10

"When I'm older, I'm gonna be a superstar."

"Go be that starving artist you’re afraid to be. Open up that journal and get poetic finally. Volunteer. Suck it up and travel. You were not born here to work and pay taxes. You were put here to be part of a vast organism to explore and create. Stop putting it off. The world has much more to offer than what’s on 15 televisions at TGI Fridays. Take pictures. Scare people. Shake up the scene. Be the change you want to see in the world. You'll thank yourself for it."
- Jason Mraz



***

Kuşburnu'nun blogu'na her girişimde beni benden alan quote.

22.11.10

Geldim!

Anlatacak ne çok şey oluyor,
İnsan yepyeni bir dünyayı kısa bir süreliğine tattıktan sonra kendininkine dönünce...

13.11.10

Jason Büyürken

Biz küçükken, Jason'la hiç durmadan kavga ederdik.
Çünkü Jason bencilin tekiydi.
O mutlu olmadığında, çevresindeki insanların mutlu olmasından nefret ederdi.
Eğer onun için değilse, hiçbir kutlama yapılmamalıydı.
Sırf canı sıkıldığı için beni rahatsız ve mutsuz ederdi; böylece o rahat ve mutlu olurdu.

Jason Dünya'nın ekseni gibiydi; Dünya ve üzerinde yaşayan bizler onun etrafında dönüyorduk.

Sadece birkaç yıl önce Jason benimle arkadaş olmayı kabul etti.
Ona kendimi nasıl kanıtladığımı ben de bilmiyorum.
Sıradışı birşeyler yapmış olmalıydım; çünkü Jason'ı etkilemek gerçekten zordu.
Sonuç olarak Jason ve ben arkadaş olmuştuk.
Bana üzüntülerini ve mutluluklarını anlatmaya başlamıştı; bazen ben de anlatırdım ama sadece bazen.
Zaman geçtikçe, birbirimize daha çok güvenir olduk.
Ben ona birbirimizden nefret ettiğimiz yıllarda anlatmadığım şeyleri anlatıyordum; o da kafasında cevaplayamadığı soruları bana soruyordu.
Zıt karakterlerimizin birbirini dengelediği, güzel bir arkadaşlık kurabildik.

***

Geçtiğimiz yıl, bugünlerde, Jason bencilliğini kaybetmeye başlıyordu.
Birisi onun güçlü egosuyla çevresine kurduğu duvarları yıkmaya başlamıştı.
Daha doğrusu; duvarları yıkan Jason'ın kendisiydi, çünkü duvarların arasına bir kapı yerleştirmeyi unutmuş ve içeri söz konusu birisini almak istediğinde çaresiz kalmıştı.

Jason bu bir yıl içerisinde; bu yazının başındaki "ben"in asla hayal bile edemeyeceği bir azimle bencilliğini yok ediyordu.
Kendisine sabitlediği Eksen'i bile o birisi ile kendisi arasına sabitlemeyi başarmıştı.
Jason bir başkası mutsuz olduğunda, mutsuz olmayı öğreniyordu.
İnsanların mutluluklarını çalmaya alışık olduğu halde, başkalarını mutlu etmeyi öğreniyordu.

Dün, Jason'ın ne kadar büyüdüğünü fark ettiğimde;
Jason ağlıyordu.

10.11.10

Πιθος Πανδώρα

İnsanın kendini iyi hissettiği anlardaki ruh halini, hayata olan bakış açısını ve mutluluğunu koyabileceği bir kutu olmalı.
Kendini kötü hissettiğinde açıp, kendini yeniden iyi hissedebilmeli.

Ya da;

Tüm kötülükleri hapsedebileceği bir kutu.
Tıpkı Pandora'nınki gibi...

7.11.10

Kasım'da Konser


Myspace music player

Biletix'te ne var ne yok diye gezinirken yaklaşan bir konser buldum:
22 Kasım IKSV Salon'da, Midlake konseri.

Grubun ismini duymuştum ama hiç aramamış ya da dinlememiştim.
Uzun zamandan sonra ilk defa istediğim şeylerle ilgilenmeye vaktim olduğundan ötürü, grubu dinlemeye de vaktim oldu.
Hoş bir grup, güzel bir müzikleri var.
Dolu ve melodik bir müzik.

Öğrenci biletinin de 28 lira olduğunu göz önünde bulundurursak, kaçmaz gibi geliyor.
Gider miyim, gidebilir miyim bilmiyorum ama istediğim kesin :)


Quantcast

6.11.10

"Are you there?"


It's just not the same, originally uploaded by SeekayofRome.

"I am floating away
Lost in a silent ballet
I’m dreaming you’re out in the blue and I am right beside you
Awake to take in the view


Late nights and early parades
Still photos and noisy arcades
My darling, we’re both on the wing, look down and keep on singing!
And we can go anywhere

Are you there?
Are you there?"
- Owl City

4.11.10

15

İnsanların bir birlerini yeniden bulmaları, imkansız olmadığı gibi öyle düşük olasılıkta ki;
Hatıralarınıza karışmış, ona dair sadece iki üç karenin hala renkli olduğu insanları yıllar sonra karşınızda gördüğünüzde ne yapacağınızı bilemiyorsunuz.
Aklınız o karelerdeki yüzlerin kenarlarından çekiştirip büyütüyor, bir kaç keskin hat ekliyor ve karşınızdaki insanla eşleştiriyor.
Yanına gidip ne söyleyeceğinizi bilemiyorsunuz; çünkü onun aklı da aynı şeyleri yapıyor mu kestiremiyorsunuz.
Çoğu zaman öylece baka kalıyorsunuz, aklınız sizin yerinize olası sahneleri yaşıyor; sizse kafanızda olup bitenlere rağmen hala olduğunuz yerden hareket etmemiş olmanıza veya ağzınızdan bir kelime bile çıkmamış olmasına şaşıyorsunuz.
Ve tabii ki geçmişi bugüne bağlamak için hiç bir çaba gösteremiyorsunuz.
O, haberi bile olmadan, kafanızdaki başka bir kare için bir iki dakikalığına poz veriyor;
ve gidiyor.

Tesadüflerin büyüsü ve bahanelerle avutmaya çalıştığınız pişmanlığınızla kalakalıyorsunuz.

3.11.10

"It's just this thing seasons do.."



"This is the best song I've ever wrote about life, in my life."
- John Mayer

Mektup #4

"Hiç beklemediğim bir performansla bana cevap vermeyi reddedişin beni üzüyor.
Senin böyle bir insan olmaman gerekiyordu.
Bundan fazlası olman gerekiyordu.
Eğer herhangi biri idiysen,
Niye sana ait olmayan sözcükleri çaldın?"

1.11.10

Shuffle #11

"An extraordinary guy
Can never have an ordinary day
He might live a long goodbye
But that is not for me to say
I dig his friends, I dig his shoes
He is just a child with nothing to lose
But his mind, his mind

They are sleeping while they dream
But then they want to be adored
They who don't say what they mean
Will live and die by their own sword
I dig their friends, I dig their shoes
They are like a child with nothing to lose
In their minds, yeah their minds

But I'll have my way
In my own time
I'll have my say
My star will shine

Cos you see me I've got my magic pie
Think of me, yeah that was me I was that passer by
I've been and now I've gone

There are but a thousand days preparing for a thousand years
Many minds to educate the people who have disappeared
D'you dig my friends? D'you dig my shoes?
I am like a child with nothing to lose but my mind
Yeah my mind..."

- Oasis

30.10.10

Zaman Yaratmak

Bir süper kahraman olsaydım, özel gücümün ne olmasını istediğime karar verdim:
Zaman Yaratmak.

Çünkü zaman asla asla asla yetmiyor.
Her şeye geç kalmış gibi hissediyorum kendimi.
Sanki her saniye geç.
Sürekli bitiyormuş gibi geliyor.
Hiç "ne çok zamanım var" dediğimi duymadım şimdiye kadar, inanarak en azından.

Saatleri daha sık geriye almamız gerekiyor bana kalırsa...

29.10.10

Kırksekizsaat

Son iki gündür;
çok ıslandım,
çok ama çok üşüdüm,
neredeyse donuyordum,
soğukta daha da çok muhtaç olduğum kahveler içtim,
gerçekten değer verdiğim insanlarla vakit geçirdim,
hayatımdaki en güzel konserlerden bir tanesine gittim,
konserine gideceğim müzisyenin arka masamda yemek yemesini dinledim,
gelecek ile ilgili planlarıma yeni boyutlar kazandırdım,
güzel bir akşam geçirebilmek için çok fazla şeye ihtiyacım olmadığını öğrendim,
insanın dostları yanındayken daima evde olabileceğini fark ettim,
yarım yamalak uykularla inanılmaz dolu günler geçirdim,
aptal aptal notlara üzülüp aptal aptal notlara sevindim,
bunların bir önemi olmadığını kendime hatırlatmakta direttim,
o gerçekten değer verdiğim insanlarla çok eğlendim,
kendime unutulmaz anılar yarattım,
sıkı hayaller kurdum,
büyülendim,
mutlu oldum.

Ben bu iki günün başarılı geçtiğine inanıyorum.
Cuma'nın bu ilk saatlerinde "İyiki" ile başlayan cümlelerimin sebebi de bu işte...

24.10.10

Dream vs. Reality

Siz de çok güzel, neredeyse masalsı, bir günün ardından; gerçek hayat ve tüm sorumluluklarınızla yüz yüze geldiğinizde, kendinizi çok kötü hissetmiyor musunuz?

23.10.10

Bıraktığınız Gibi

Uzun süredir görmediğim arkadaşlarımla buluştuğumda "Eee neler oldu, anlat!" sorusuna verebilecek güzel bir cevabım olsun istiyorum.
"Bıraktığın gibiyim," demek ağırıma gidiyor...

"El arte es un arma cargada de futuro"

20.10.10

Balık Olsam, Uyusam...

İşlerimi geciktirmek için bahaneler ararken balıklarımı uzun süredir izlemediğim aklıma geldi.
Akvaryumun dibinde öylece duruyorlarken, ışıklarını yaktım ve ışığı yakmamla birlikte akvaryumun en köşesine kaçmaları bir oldu.
Oldukça sade bir akvaryumum olduğunu belirtmemde fayda var sanırım, içinde çakıl taşları ve birkaç deniz kabuğundan başka hiçbir şey yok..
Muhtemelen de bu yüzden birbirlerinin arkasına saklanabilmek için en köşeye yerleşmek için kavga etmeye başladılar.

Uykularını böldüğümü anlamam biraz zaman aldı.

Işıklarını kapadığım halde, hala en köşede yan yana duruyorlar.
Balık olup aralarına giresim, orada öylece uyuyasım var...

16.10.10

Tozu üstünde müzikler..

Bundan sadece bir iki sene önce hiç durmadan dinlediğim, bilgisayarıma format atılmadan önce iTunes'umun en tepesindeki şarkıları dinliyorum bugün...

Bu kadar zamandır onları neden dinlemedim bilmiyorum.
İçinde olduğum "yeni müzik keşfetme" tutkusuyla alakalı sanırım.
Biraz da üşengeçlik ve alışılmışlık var işin içinde..

Biraz da korku sanırım.

Kendime şimdiye kadar yeni anılar yarattım, ve o sırada düşündüğüm birçok şeyi unuttum bile; ama şarkıları dinlediğimde, o zaman düşündüğüm şeylerin hepsi aklımın içinde saklandıkları yerlerden çıkıyorlar..
Durumumu anlatmak için kelimeleri toparlayamadığımı fark ettim ama şunu söyleyebilirim:
Çok garip bir duygu,
Ve şarkılar gerçekten çok güzel...


"You're a fool though, why you feel so bad
Where is the life you once had?
And still this hollow feeling grows and grows
The way you want it to.."
- Keane

15.10.10

Çikolata Kokusu

Eve alınan çikolatalar ortada durduklarında ömürleri oldukça kısaldığı için, saklanıyorlar.
Ama durum şu ki: nereye saklanmış olurlarsa olsun, onları bulabiliyorum.
Bir çikolata krizine (ki neredeyse her gün bir tane yaşıyorum) kurban gidiyorlar...
Babamın bu konu üzerinde güzel bir yorumu var: çikolatanın kokusunu aldığıma inanıyor.
Mantıksız da değil hani...

Birkaç gün önce benim isteğim üzerine çikolata alındı, ve benim isteğim üzerine saklandı.
Birkaç gün önce yine çikolata krizine girdim, ama mutfaktaki kahveli-çikolatalı drajelerin varlığı Milka'ları aramaya olan isteğimi azaltıyordu.
Anı özetlemek gerekirse: mutfakta bir elim drajelerin olduğu dolabın kulpunda, diğeri alnımda; ne yapmam gerektiğine karar vermeye çalışıyordum.
Babam bu durumu fark edip "Kızım, ne yapıyorsun?" dedi.
"Bu drajelerin kokusu radarımı etkiliyor, diğerlerinin kokusunu alamıyorum..." dedim.

Bugün bu hikayeyi bu blogu takip eden sayılı insanla paylaştım; ama buraya yazıyor olmamın bir sebebi daha var:
Milka'ların yerini buldum...

Birileri beni durdursun...

13.10.10

Bir Kez Daha

Her şeyin değişeceğine kendimi bunca zamandır bu kadar inandırmışken, herşeyin aynı kalacağını bilmek beni mutsuz ediyor.
Haklı bir mutsuzluk bu.
Umutlu olmamı öğütlüyorlar; sanki önceden umutsuzmuşum gibi.

Bir yerlerde şöyle bir kitap ismi okumuştum: "Niagara Falls All Over Again"
Durumu özetliyor bence...

9.10.10

How We Met

“Remember that party Jake and Daisy introduced us?”
She lowered the newspaper from her face and gave him a gentle look above her reading glasses, “I do,” she said and smiled “that was the day we first met.”
“Well, it really wasn’t.” He turned to face her with a cup of coffee in his hands, a light steam coming out of it.
“I’m pretty sure it was. I remember it so well. Jake and you were discussing something about the last football match and that was when Daisy brought me to introduce us.”
“Because you were doing a thesis on the 18th century architecture and she thought it would be a good idea for you to take an architect’s opinion on it. I remember it too.”
“Then you remember that you mumbled on 18th century churches and we ended up talking about Jake and Daisy’s wedding?”
He gave a short laugh, “That’s not the point.”
“The point is, that was how we met.”
“Not really.”
“Then how did we meet?” She took her glasses off and crossed her arms over her chest, giving him a mocking yet sincere look.
“Two years before that,” he said and sat a chair, facing her. He took a long sip from his coffee as she kept looking at him, wondering. “We met at Becky’s.”
“Becky’s the coffee shop?”
“Becky’s the coffee shop.”
“The one two blocks away from my university?”
“That one.”
She looked puzzled but she didn’t intend to give in so easily, “Go on.”
“For a project I had at the time, I was doing sketches of that Victorian Church, the one right-”
“Right across Becky’s.” A wide smile started to spread on her face; she knew where this was going.
“And there you were, sitting at a table in the front corner. You were reading Hume.” He paused, staring at his coffee; he looked as if the memory was playing in his head. “And you looked so beautiful through that glass window. I couldn’t help but stop and watch you for several minutes… Until you reached for your coffee and looked up. You saw me, standing there, watching you. All I could do was to smile clumsily. Then you smiled back, for an instance, no longer than couple of seconds; but it was there, lingering on your thin pink lips.”
She didn’t want to admit but the words seemed to escape from her mouth, “I don’t remember that.”
“I know,” he said and smiled at her.
“On the other hand, that doesn’t mean we met, does it?”
“Well, I wasn’t finished,” he explained and continued “When you lowered your head to read your book, I went into the shop and sat at the table right beside you. I asked you about Hume and you started telling me all sorts of things. Philosophy, literature, architecture… Then you realized you were talking too fast, and that you were talking too fast to an absolute stranger; so you put out your hand and told me your name, I told you mine and we shook hands, while laughing much too loud due to the tension. That’s how we met.”
She was staring at him with great amazement, “That never happened.”
“But it did.”
“I think I would remember something like that.”
“I don’t think so.”
“Oh, really?”
“It’s because you weren’t exactly there.”
“What does that supposed to mean?”
“All that while, you were inside Becky’s, reading Hume; and I was outside, watching you,” he said, putting his hand on hers, lying on the kitchen table.
She held his hand and gazed into his still-sparkling eyes, “After all these years, do you really think it matters?”
“No,” he said, caressing her hand “but that’s how we met.”


08.10.10

8.10.10

Shuffle #10

"Love is all there is, it makes the world go around
Love and only love it can't be denied
No matter what you think about it
You just won't be able to do without it
Take a tip from one who's tried.

So if you find someone that gives you all of her love
Take it to your heart, don't let it stray
For one thing that's certain
You will surely be a-hurtin'
If you throw it all away."
- Bob Dylan


***

Bob Dylan şarkılarını yağmurlu günler için yazmış olabilir mi?

7.10.10

Pipedreams'in Öyküsü

Daha önce gerçek hayatta hayal ettiğiniz şeylerin asla tam anlamıyla gerçekleşemeyeceği ile ilgili bir şeyler yazmıştım.
Düşünüyordum da,
Önüme bir kağıt alsam ve bu kağıda kurşun kalemle yaşamak istediğim hayatı yazabilsem;
beğenmediğim yerleri o çok sevdiğim yumuşak silgiyle silebilsem, arkasında iz bile bırakmasa.
Kağıda yazdığım herşey birebir gerçek olsa...

Ne yazardım tam olarak bilmiyorum; kafamda ufak da olsa bir plan var.
Öykümün ana hatlarını şimdi bile yazabilirim.

Öte yandan, sanırım herkes kendi için bir öykü yazacak olsa, aynı dünyada yaşamamız mümkün olmazdı.
Etrafımdaki karakterlerin hepsini ben yaratmış olurdum.
Bu öyküye dair herşeyi biliyor olmak belki de o kadar güzel olmazdı?
Belki de bir süre sonra sıkılırdım bile?

Sonuçta, insanı herşeyden çok mutlu eden tesadüflerdir, değil mi?
Kendime, başını sonunu bildiğim tesadüfler yaratmanın ne anlamı olur ki zaten?

Bu yazıya kendi öykümü yazabilsem ne güzel olurdu, düşüncesiyle başlamış olmama rağmen; o kadar da harika olmayacağını fark ediyorum sanırım.
Böyle bir seçeneğimin olamaması daha iyidir belki; çünkü eğer seçebilseydim muhtemelen kendim yazabilmeyi seçerdim.
Ve bir gün, bir yerlerde pişman olurdum..

4.10.10

M

Birinin aklınızdan geçen her şeyi,
sizin asla yapamayacağınız bir şekilde,
kelimelere dökmüş olduğunu hayal etmeye çalışın.
Ve bu insanı hiç ama hiç tanımadığınızı;
sizden kıtalar, denizler uzakta olduğunu.
Bu kadar uzak olmasına rağmen;
yanı başınızdaki insanların duyamadığı düşüncelerinizi duyabildiğini,
hayal edin.

3.10.10

"I know we're lost but soon we'll be found.."



Pazarlardan Bir Tanesi

2 buçuk saattir uyanığım.
Annem bir saat kadar önce müziğime uyanıp "Neden bu kadar erken kalktın?" dedi.
"Uykum bitti," dedim.
Güldü, yatağına döndü.
Bunun dışında bu sabah yalnızdım.
Kings of Convenience dinleyip internetten resimlere baktım. Kuşburnu için kafamda bir plan var, onu düşündüm biraz. Kendime birkaç defa "ödev yap" komutunu verdim. Gerekli yerlere ulaşmadı bu komut. Çok üstünde durmadım. Birkaç insana sanal ortamlardan laf yetiştirdim. Ayaklarım üşüdü, kalın çoraplarımı giydim. Kuşburnu ve Mervyn'in (Dream Endless) bloglarına göz attım. İkisi de dün gece hızlarını alamamışlar anladığım kadarıyla. Bu ayın tiyatro oyunlarına göz attım. Birini gözüme kestirdim, bizimkilere bir mail attım. Biraz düşündüm. Burnumu sildim belli aralıklarla.
Pazarlardan bir tanesi de böyle başladı işte.
Bakalım ne olacak...

"Home, home, where I wanted to go"

Benim evim odamdır.
Salonda babam ve annemle otururken, "ben evime gidiyorum" deyip kalkarım ve odama giderim.
Böyle bir şey işte.

29.9.10

Aranıyor...

Başladığım ve bitirmeye üşendiğim ödevleri bitirecek;
Yapmam gereken sunumlar için konu araştıracak;
Anlamadığım dersleri bana anlatacak;
Hazırlanmam gereken quizlere çalışacak;
Ve tabii bu quizlere beni de hazırlayacak;
Sabahları benim yerime uyanacak;
Kimi kimi bana masaj yapacak;
Biri aranıyor.

Lütfen bana bu blogdan ulaşın.
Nolursunuz.

28.9.10

Sakız

Ben ilkokuldayken, dışarı çıkarken renkli sakızlar çiğnerdim.
Hatta evde çiğneyeceğim zaman en güzel renkleri sona bırakırdım.
Renkli sakız çiğnemenin havalı bir şey olduğunu sanıyordum.
Bugün Şıpsevdi çiğnerken aklıma geldi...

Mektup #3

"Neredesin?
Nerede kaldın?"

And I've always dreamed
That love would be effortless
Like a petal fallin' to the ground
A dreamer followin' his dream
- Kelly Clarkson

27.9.10

Tembellik

Hani bazen içinizden hiç bir şey yapmak gelmez ya.
Masanızın başına oturmuş, boş boş etrafa bakarsınız.
Kafanızda yapmanız gereken şeylerin listesi döner durur.
Ama hiç bir hareket yoktur.
İşte öyle haller içindeyim...


***

Kendimi eski jazz-soul şarkılarına adamış durumdayım, orkestraya önermek üzre.
Şimdi şarkılardan bir kuple gelsin bari:

Now once, I was down hearted
Disappointment, was my closest friend
But then you, came and it soon departed
And you know he never
Showed his face again

- Jackie Wilson

26.9.10

Kahin

Bugün yine babam ve annemle her zaman kahve içtiğimiz yerde oturuyorduk.
Orada bir seneden uzun süreden çalışan kızlardan bir tanesi her zamanki gibi bizi karşıladı, hatırımızı sordu.
Sonra her zamanki gibi annemle havadan konuşmaya başladı.
"Hava çok sıcak olduğu için kalabalıktır buralar," dedi annem.
"Yaa evet, ama birazdan patlar," dedi kız.
O anda bir gümbürtü koptu, ve şakır şakır yağmur yağmaya başladı.

Kız şemsiyelerin köşelerinin altında oturan insanların masalarına koştu, herkes ayaklandı, birçoğu da içeri kaçtı...

23.9.10

Kulaklık Paylaşmak

Birkaç gün önce Kuşburnu bana çok sevdiği bir grubun albümünü verdi.
Kendi blogunda arada sırada bahsediyor, grubun adı "Cocoon".
Bu Fransız ikili, şirin aksanları ve ukuleleleriyle duyup duyabileceğiniz en sempatik müziklerden birtanesini yapıyorlar.
Melodileri insanı var olmayan bir Avrupa şehrine götürüyor; ve sanki birileri bu şehirde attığınız her adımda size eşlik ediyormuş gibi geliyor. Sözler melodide kayboluyor ama dikkatli dinlediğinizde gülümsemeden edemiyorsunuz. Çok, çok tatlı bir his gerçekten.
Ben, albümü aldığımdan beri sürekli dinliyorum; sabahları hiç fark etmeden uyuyakalıyorum, akşamüstüleri aynı müzikle hayallere dalıyorum.

Ama sanırım en güzeli adaptörümle iki kulaklığı iPod'uma takıp okulda fon müziğimizi paylaşarak Kuşburnu'yla yürümekti. Bir hayali paylaşmak gibiydi.
Çok anlatmak istediğiniz bir şey vardır, ama kelime bulamazsınız ya; işte sanki anlatabilmenin yolu buymuş gibi geldi...

"There's a long long road
To reach your house
I arrived just before
Just before the sunset
And you said ,and you said
Welcome with your eyes
And we said ,and we said
Nothing at all"
- Cocoon

21.9.10

Orada...


12/365, originally uploaded by Ksenia.Klykova.

...olmayı çok özledim.

Yaz gerçekten bu kadar uzakta mı kaldı?

20.9.10

Lindt

"A small pastry shop on Marktgasse in Zurich's old town in 1845. Confectioner David Sprüngli-Schwarz and his 29 year old son Rudolf Sprüngli-Ammann, who also trained to be a confectioner, dared to do something new: they decided to make chocolate. "


Çikolata, Lindt olunca daha güzel...

19.9.10

Günlerden Dün

Dün çok sıradışı bir gündü.
Mutluluk kelimesini çok farklı hallerinde gördüm, yaşadım. Sonra bir an geldi mutluluktan çok uzaktım.
Hepsi vardı.

Ama oturup tüm günü yazmak gibi bir planım yok.
Sadece günün içinden kısacık bir bölümü paylaşmak istedim:

Kuşburnu, Ördek, Bleach, Mozart ve ben metrodayız, trene doğru yürürken kulağımıza çok tatlı bir müzik geliyor. Metroda yankılanan melodiyi takip ediyoruz; ve elinde siyah akustik gitarı, kalın çerçeveli gözlükleri, Hollywood sakalıyla* onu gördük. Diğerlerine "Biraz izleyebilir miyiz?" dedim; ama zaten onların da istediği buydu. Hepimiz sürekli metro kullandığımız için, metro müzisyenlerine alışığız; ama duyduğumuz şey bizleri gerçekten çok etkilemişti. Bunun üzerine durup dinlemeye karar verdik. Geldiğimizde çalmakta olduğu şarkıyı bitirince alkışladık ama yerlerimizden hareket etmedik. İkinci şarkısıysa beni daha çok etkilemesine yetmişti. Starsailor'ın dinlemekten hiç bıkmadığım Alcoholic şarkısını çalıyordu. İşte bu şarkının ortalarında, olduğum yerden hareket edemeyeceğimi anlamıştım. Birkaç şarkı sonra "What if God Was One Of Us"ın akustik ve duymadığımız bir versiyonunu çalmaya başladığında, hepimiz aynı anda eşlik etmeye başlamış ve gülüşmüştük. Gitmek istemediğimi söylediğimde, onlar da kalmak istediklerini söylediler ve kendimizi metronun ortasında, adamın karşısında otururken bulduk. Çevremizde bir dolu insan toplanmıştı bile. Neredeyse daha yeni oturmuşken (en azından biz öyle hissediyorduk) gitarcı son şarkısını çaldı ve biz alkışlarken toparlanmaya başladı. Birbirimize "ama biz dinliyorduk?" diye bakakaldık. Kutusuna biraz para atıp, tebrik ettim. O da gülerek bizi turist sandığını, bütün şarkıları dinlediğimiz için şaşırdığını söyledi.
Bir arkadaşıyla konuşurken yanından ayrıldık...

*bu bir sakal stili, google'dan bakmak isteyebilirsiniz; anlayacaksınız :)


***

Not: Aynı gün, D&R'da duyduğum Fransız bir caz şarkıcısının albümünü aldım. Anlamadığım ama keyif aldığım bir şeyler dinlemek için.

17.9.10

Mektup #2

"Sebepsizce aklıma gelmekten vazgeçmelisin.
Seni aklımdan çıkarabilmek için bir kağıt parçasının üzerine adını yazmam gerekti, defalarca; ta ki adın, kalın ve siyah bir çizgide kaybolana dek.
Birkaç gün önce yaptığın şeyin senin için ne kadar zor olduğunu hayal edebiliyorum.
İşte bunu bilmeni çok isterdim. Yaptığın şeyin senin için zor olduğunu ve zor olmasına rağmen benim için yaptığını bildiğimi; ve bunun beni aslında ne kadar mutlu ettiğini.
Ve bu yüzden karşılık vermediğim için üzgünüm; ama artık kendim için doğru olan şeyleri yapmaya başladım ve benim için doğru olan şey buydu.
Her ne kadar inkar etsem de "Acaba?" demeye devam ediyorum, ve evet, seni düşünüyorum.
Buna rağmen, seni aramayacağım.
Üzgün olduğumu bil isterdim; ama muhtemelen bilmeyeceksin.
Bu mektup da sana ulaşmayacak.
Yine de yazmak istedim.
Defalarca; ta ki sen geçmişte kaybolana dek.
Çünkü artık kaybolman gerek..."

15.9.10

14.9.10

Hayalperest

Hayalperest bir yapım olduğunu kabul etmiş ve belli aralıklarla tanıdığım insanlara da duyurmuş bir insanım.
Hayal kurmaktan anlatılmaz bir keyif alıyorum.
Kurduğum hayaller olmasaydı; bırakın kendim olmayı, bir başkası bile olamazdım; çünkü hayattan nefret ediyor ve günlük bir egzersiz olarak, yok olmayı bekliyor olurdum.

Bahsetmek istediğim şey yeni yeni farkına vardığım bir şey değil. Daha çok, "sürekliliğini" yeni fark ettiğim bir şey. Doğru olduğunu bildiğim; ama her zaman için geçerli olduğunu şimdiye dek fark etmediğim bir olgu bu.

Hayatta hiç bir zaman, hiç bir hayaliniz tam anlamıyla gerçek olmuyor.

Duyulduğu kadar karamsar bir düşünce değil bu; anlatmaya çalıştığım şey hayallerin gerçek olmadığı ya da hepimizin boşa umut ettiği falan değil.
Hayaller gerçek oluyorlar; bunu kendimde defalarca kez yaşadım. Büyük ve küçük bir dolu hayalin -bana ya da başkalarına ait- gerçek oluşuna tanık oldum.
Tanık olduğum bir başka şeyse, bu hayallerin asla kafamızda canlandırdığımız gibi gerçekleşmediği.
Şuana dek gerçekleşen en büyük hayalinizi düşünün; üzerinde günlerce, aylarca, belki de yıllarca yaptığınız değişiklikleri. Eklediğiniz ayrıntıları ve gözünüzü kapadığınızda gözlerinizin önüne gelen resimleri. Bunca zaman şekillendirdiğiniz o hayal, tam da o resimlerdeki gibi gerçekleşmediğine eminim. Resimlere eklenenleri, hatta resimden çıkarılanları görebiliyor musunuz?
Şimdiye dek kurduğunuz tüm hayalleri gözden geçirin. Her birindeki eksikleri ve fazlaları..

Gerçi; hayaller gerçekleştiği sürece fazla sorgulamıyor insan.
Olanla yetiniyor çoğunlukla; çünkü nasıl olsa beklemekten yorulmuş oluyor.

Sadece bazen durup düşündüğümde, asla hiçbir şeyin kafamda kurduğum kadar güzel olacağını bilmek beni üzüyor. Olmasını istediğim, gerçekleşmesine ihtiyacım olan düşünceler ve hayaller asla kurduğum kadar güzel ya da iyi olamayacak.
Bu düşünce, -üzerinde yeterince düşündüğünüzde- gerçekten yorucu bir düşünce.

Ve belki de bu yüzden insanlar kitaplar yazıyor ve müzik yapıyorlardır.
Kurdukları hayallerin bir yerlerde gerçek olabileceğine inanabilmek için...

00:31'ken

Okulun ilk günü.
İşim bu saatte ancak bitti.
Şimdi uyuyup, 5 buçuk saat kadar sonra uyanacağım.

"Neler oluyor hayatta?
Bir de şu rüya gerçek olsa, olsa.."
- Uğur Akdora

12.9.10

Buda, Obuda, Pest!

Sonunda seyahatimin resimlerini bilgisayara atabildim!
"Keşke hep Budapeşte'de kahvaltı ediyor olsam." demiştim. Bu lafın üzerine Budapeşte'den birkaç fotoğraf paylaşmadan olmazdı. Belki ne demek istediğimi şimdi daha iyi anlarsınız...


Güne Tuna'nın kıyısından başlıyoruz...

Andrássy út


Bu resimse, Margaret Adası'nda çekildi. Buda ve Peşt'in arasından geçen Tuna Nehri'nin tam orasında uzanan -ve hiç de küçük olmayan- bir ada Margaret adası.


Biz Budapeşte'deyken orada da bir tür festival vardı. Sokaklar trafiğe kapatılmış ve her köşe ayrı bir etkinliğe ayrılmıştı. İpinden çekinde hareket eden atlar mı dersiniz, 2 metre karelik sahnelerde piyano konserleri mi, hiç duymadığınız tatlılarla dolu stantlar mı? Hepsi, hepsi vardı! :)

Şenliğin beni en çok hayran bırakan kısmı: sokağın ortasındaki okuma alanları...
İstiklal'e de bunlardan istiyoruz diyenler el kaldırsın!

Şehir köprünün üzerindeki heykel gibi adamcıklarla doluydu. Bu adamcıklar eskiden şehirde yaşayan ve halk tarafından tanınan kişilermiş. Tanınan derken, köyün delisi gibi...



Ve işte geceleri Budapeşte böyle parlıyordu...


***

Not: Tatilin bitiyor olması ne kötü...

Yaz Biterken

Okulunu seven, hatta okuluna tapan bir insan olarak; okulumun açılmasına hiç hazır değilim.
Bu tatil nasıl geçti anlamadım.
Üç aylık zamanı geçirme şeklimden de hiç memnun değilim.
Şimdi yapmam gereken işlerle dolu post-it'lerim ve ayakta uyuma hallerim geri dönüyor.

Bence hayat öğlen uyanıldığında daha güzel...

8.9.10

7.9.10

Falling Slowly

I don't know you
But I want you
All the more for that
Words fall through me
And always fool me
And I can't react
And games that never amount
To more than they're meant
Will play themselves out

Take this sinking boat and point it home
We've still got time
Raise your hopeful voice you have a choice
You'll make it now

Falling slowly, eyes that know me
And I can't go back
Moods that take me and erase me
And I'm painted black
You have suffered enough
And warred with yourself
It's time that you won

Take this sinking boat and point it home
We've still got time
Raise your hopeful voice you had a choice
You've made it now
Falling slowly sing your melody
I'll sing along

- The Swell Season


***


"So this song has ben a absolute wonder-- wonderful thing that's happened to us. Like --like.. Like any song, you write to song and hope that it's gonna you hope that whatever it is about the song it's gonna work, you hope that the lyrics are gonna make sense, you hope that it's gonna speak it from your heart or it's gonna have some grain truth in it. This song if I can use the --the metaphor, if I may, this song is a bit like --you know you kick your ball and you're hoping it's gonna get to the end of the garden because that's where your brother is waiting for you to, you know, kick it back. And so you kick your ball, hoping it's gonna reach to the end of the garden and your ball goes over the wall, it goes over the river, it goes over the next house, and it goes into a place you never imagined it would end up...
And the tiny tiny tiny part of you that's going 'I want my fucking ball back' is completely outshadowed by the wonder of 'Oh my God, I kicked my ball that far!' So...
You get the metaphor don't you? Okay.."
- Glen Hansard (The Swell Season)


***


En sevdiğim birkaç şarkıdan bir tanesi, çoğu zaman en sevdiğim şarkı.
İnsanların şu cümleyi kurmasından nefret ederim ama kurmak zorundayım işte:
Her dinlediğimde tüylerim ürperiyor...

7 Gün 7 Şehir

28 albüm, 19 kartpostal, 3 kitap, 2 resim, 2 deste oyun kartı, yüzlerce fotoğraf.

Viyana'dan, Cesky Krumlov'dan, Prag'dan, Karlovy Vary'den, Dresden'den ve Budapeşte'den döndüm.
Dün 14.50'de uçağımdan indiğim ve bavulumu topladığım gibi de U2 konseri yollarındaydım. Dream Endless ve Kuşburnu'yla 12'ye kadar konserde, sonrasında 2'ye doğru da yollardaydık.
Anlatmak istediğim tonla şey var ama nereden başlayacağımı hiç hiç bilmiyorum.
Aldığım dersler, fark ettiğim yeni şeyler, görmeyi uzun süredir beklediğim şehirler, bu şehirlerin insanları ve yollarda aldığım küçük anlamsız notlar.
Şimdi düşündüğümde her biri gözümün önünde küçük kareler halinde beliriyor ve yok oluyor.

Güzel şeylerin bu kadar kolay yok olabilmesi beni hep üzmüştür.
Dün sabah Budapeşte'de kahvaltı ediyordum, bu akşam bir mesaj yüzünden aklım allak bullak.
Değerli anların, ufacık olaylarla mahvolması doğa kanunlarına aykırı gibi.
Ya da tam tersi.
Bilmiyorum.
Keşke hep Budapeşte'de kahvaltı ediyor olsam.

1.9.10

Gezi Notları 1: Viyana: "Pembeler su."


Günün sabah 8'de başladığını ve benim var olan tüm enerjimle birlikte günün 00.30 sularında bittiğini düşündüğümüzde, 14 buçuk saattir, hiç durmadan yağmur yağıyor.

Daha duşumu bile almamış, bir yanımda not defterim, diğer yanımda M&M'lerimle Viyana'da geçirdiğim günü nasıl özetleyebilirim diye düşünüyordum ve yukardaki cümle ideal geldi.
14 buçuk saat boyunca yağmur yağıyordu; ve ben 14 buçuk saat boyunca o yağmurun altında ordan oraya koşuşturdum. Turun Viyana'ya ayrılmış tek günü bugün olduğundan, mümkün olduğu kadar yer gezmem gerekiyordu. Gezilmesi gereken yerlerin sadece turistik mekanlar olmadığını dile getirmek isterim, bahsettiğim bu yerler Viyana'lıların kendilerinin gidip oturduğu kafeleri ve tabii ki müzik marketleri de kapsıyordu.
Günün geneli başarılıydı, harika bir harita içgüdüsüne sahip olduğumu belirtmek isterim.
Normalde sağımı solumu bile bilmediğim gerçeğini göze aldığımda, elime bilgi donanmış bir turist haritası verildiğinde yapamayacağım şey olmadığını öğrendim.
Almak istediğim albümlerin bir kısmını alabildim, gitmek istediğim yerlerin bir çoğuna gidebildim.

Mozart'ın Evi'ne gidemedim; ve bunu her hatırladığımda içimde bir şeyler parçalanacak; çünkü çok istiyordum. Ama lanet olasıca giriş görevlisi müzenin kapanmasına yarım saat varken "Ben kasayı kapadım." dedi ve beni içeri almadı. Onu oracıkta boğabilirdim, boğmadım, bir koşu Haus der Musik'e gittim ve orada yaklaşık bir iki saat gezdim durdum. Müziği seven herkesin uğraması gereken bir yer!
Çok çok ıslandım ve kimi zamanlar kendimi bir müzede heykel inceleyerek kururken buldum; ama buna deydi.

Not defterime karaladığım saçma sapan notların bir kısmı da şöyle:
- Obuda, Buda, Peşte! (Budapeşte böyle 3'e ayrılıyormuş, yok artık)
- Herkes yaşlı?
- German, hurray!
- İğrenç İtalyan limonatası, nefis Margarita.
- Bisikletliler
- Muntazam yerleştirilmiş, eskimiş evler.

Günün "EN"ine gelirsek:
EN sevdiğim mekan: -- şimdi fark ediyorum ki ismini bilmiyorum. ne yazık ne yazık...
Herneyse en sevdiğim mekan müzik dükkanı bulmak adına girdiğim cadde (Mariahilferstrasse) üzerindeki o küçücük pizzacı oldu. Beraber tek bir orda bile yapmayan iki odacıktan oluşan bir pizzacıydı bu. Sahibi iki genç çocuktu; içlerinden birisi sürekli tanıdık bir müşterinin yanına oturup onunla sohbet ediyordu, diğeriyse tezgahın arkasında bir şeyler yapıyor ve bir yandan da radyoda çalan şarkılara ıslığıyla eşlik ediyordu.
Gelen her müşteriyi ya bağıra çağıra selamlıyor ya da hava hakkında bir espri yapıyorlardı ve giden müşterilere de yine aynı havayla Ciao! diye uğurluyorlardı.
Mekan ciddi ciddi küçüktü, oturduğumuz yerden elimizi uzatsak tezgaha hatta çocuklara bile ulaşırdık; ama çok keyifli olduğunu söylemek zorundayım. Ah tabii: pizzalar da nefisti.
Ama içtiğim en kötü limonatayı içtim. İtalyan limonatasına hayır.
Viyana - İstanbul karşılaştırması yapmayı düşünmüyordum ama burda özellikle fark ettiğim bir şey varsa o da etrafın yemyeşil olması her şeyi güzelleştiriyor.
Yani binalar eski ve isli ve lekeli; ama etrafta o kadar çok yeşil var ki, bütün bunlar inanılmaz doğal geliyor ve hepsi bir birine karışıp göze güzel geliyor..
Herneyse,
İşte böyle dolu dolu bir gündü bugün.
Bir posta ofisini bulamadığıma, bir de Mozart'ın Evi'ne gidemediğime üzüldüm; ama bu ikisi dışında her şey yolunda gidiyor.

Yarın 7'de de Prag yolundayım.

30.8.10

Yeni Bavul

Yarın;
Odamı, balıklarımı, hala yarısını bile okumadığım kitaplarla dolu kitaplığımı, albümlerimin artık sığmadığı rafları, kendi oraya buraya tıkıştırdığım kıyafetleri, başımın ve popomun şeklini çıkarabildiğim -bunu sadece ben yapabiliyorum- yatağımı terk ediyorum.

Kalkışta lüzumsuzca takır tukur sallanacak ve beni korkutacak bir uçağın cam kenarındaki koltuklarından birine yerleşeceğim, bulutların üzerinden, beni benden alacak bir yerlere gideceğim.


Bir yanım olayın gerçekliğini hala kavrayamamış durumda ve uykulu; öteki yanımsa heyecandan ne yapacağını bilemiyor.
Bu iki yanımdan bağımsız bir başka yanım var ki; onun yapmak istediği tek şey High Fidelity'yi bitirip filmini izlemek.
Ah, bir de bu söz konusu yan, Nick Hornby'ye delilerce aşık.

28.8.10

Soul

"'Have you got any soul?' a woman asks the next afternoon. That depends I feel like saying; some days yes, some days no. A few days ago I was right out; now I've got loads, too much, more than I can handle, I wish I could spread it a bit more evenly, I want to tell her, get a better balance, but I can't seem to get it sorted. I can see she wouldn't be interested in my internal stock control problems though, so I simply point to where I keep the sort I have, right by the exit, Just next to the blues."
(High Fidelity-Nick Hornby)

Dilek Feneri

Bugün gerçekleşmesine her şeyden çok ihtiyaç duyduğum bir dileği, sarı kağıttan bir fenerin alevine tutuşturup geceye doğru uçurdum.
Rüzgarda biraz salındı, gökyüzünde usul usul döndü durdu.
En sonunda da yıldızlara karıştı.

27.8.10

Ağustos Sonu Sendromu

E Ağustos geldi?
Ağustos geldi ve geçti hatta...
Tatil ne ara başladı, ne ara bitti anlamadım ki ben.
Herkes okulu ne kadar özlediğinden bahsediyor...
İnanın ben de okulda olmayı çok özledim; taşını toprağını, insanlarını, havasını çok özledim.
Ama okul mantığı şu an öyle uzak ki...
Dersti, sınavdı, yeni konuydu; bunlara hiç hiç hiç hazır değilim.
Ne yapacağımı bilemiyorum.
Şimdiden oldukça tedirginim!
Bitmek zorunda mıydın Ağustos?

26.8.10

"Eski"lerden Kesip Yapıştırıp "Yeni" Yapmak

Pipedreams iftiharla sunar...


Mt. Desolation, Keane grubunun biricik piyanisti ("synth"çisi mi demeliyim yoksa?) Tim Rice-Oxley'den ve yine Keane üçlüsünün dördüncüsü olan Jesse Quinn'in kurdukları yeni bir grup.
Tarzları ise Keane'in eski ve/veya yeni halinden oldukça uzak.
Ben tam olarak kestirememiş olsam da MySpace'lerinde tarzlarını "Italian Pop/Chinese Traditional/Surf" olarak belirlemişler.
Ulaşabildiğim tek parçalarını dinlediğimde oldukça doğru bir tespit olduğuna karar verdim.
-Gerçi adamlar kendi müziklerini kendileri en iyi bilirler, ne saçma bi cümle oldu o öyle; ama neyse-

Asıl bahsetmek istediğim konu biraz daha farklı aslında.
Şöyle ki; ben sıkı bir Keane dinleyicisiyim. Bu birkaç senedir böyle; ve gurur da duyuyorum.
Grubu ilk keşfettiğim sırada"Under The Iron Sea" albümü yeni çıkmıştı ve beni Keane'le tanıştıran şarkı aynı albümden "Nothing In My Way" olsa da; her zaman Hopes & Fears'ı (ilk albümü) daha çok sevmiştim.
Ve yeni albüm hazırlıkları sırasında, istediğim tek şey yeni bir Hopes & Fears albümüydü.
İşte bu yüzden Perfect Symmetry'nin (yeni albümün) 80'lerin diskosu tadında olacağını öğrendiğimde oldukça üzülmüş ve hayal kırıklığına uğramıştım.
Albümü dinlediğimde üzüntüm geçmişti; yeni ve eğlenceli bir müzikti Keane'in yeni müziği ama bu tarza gittikçe daha çok kaynamaları sonucunda Keane'in o ilk albümdeki hali ortadan yok oldu ve ben tekrar böyle bir albüm beklemekten vazgeçtim...
Birbirinden farklı ve kendince birbirinden güzel üç albüm yaratabildiği ve beni müziğiyle mutlu edebildiği için Keane daima en sevdiğim gruplardan biri olmaya devam edecektir.

Bugün Mt. Desolation'ı dinlemek işte bütün bu bahsettiğim şeylerden sonra ne kadar güzel geldi anlatamam. Size tanıtmak istememin amacı da bu aslında.
MySpace'lerindeki o bitanecik şarkı beni herhalde ancak bu kadar mutlu edebilirdi...
Keane'in sıkı bir dinleyicisi olarak, gruba dair de tonla şey biliyorum ve izlediğim/dinlediğim tüm röportajların sonunda üyeler üzerine de oldukça fazla fikrim var.
Ve "State Of Our Affairs"i (o bitanecik şarkı işte) güzel kılan birçok şeyden ilki, Tim'in karakterinden bir parça oluşunu çok rahat hissetmem oldu. Benim o çok sevdiğim, "The Way You Want It" piyanosunu gözlerini tuşlardan ayırmadan çalan, sessiz sessiz konuşan Tim'in bir parçasıydı bu şarkı.
Bunun yanında, Keane'in olmasını istediğimi grubu hatırlattı bana... Yavaş ve sakin şarkılarını, o insanı hiç fark etmeden iç çektiren tarzını özlediğimi fark ettim.
İşin kötü yanı, Jesse'nin Keane'i bozacağından korkar dururdum eskiden; şimdi Tim'le yaptığı müziği duymak ve huzurlu vokalini dinlemek ne kadar yanıldığımı anlamamı sağladı...
Yeni parçaları duymak için sabırsızlanıyorum, artık yeni bir favori grubum var...

Mt. Desolation; Keane'le alakası olmadığı halde, bana eski Keane'i hatırlattı...
Ve müziği beni gerçekten çok etkiledi.
Eğer 5 dakikanız varsa dinlemenizi öneririm: Mt. Desolation MySpace


Shuffle #8


Happy in the rain, originally uploaded by Megan is me....

"I can laugh when things ain't funny
Ha, ha, happy-go-lucky me
Yea, I can smile when I ain't got no money
Ha, ha, happy-go-lucky me

It may sound silly, but I don't care
I got the moonlight, I got the sun
I got the stars above

Me and my filly
Well, we both share
Slappy-go-happy, happy-go-lucky love
Well, life is sweet
Whoa-ho, sweet as honey
Ha, ha, happy-go-lucky me "
- Paul Evans

24.8.10

Sanat Nereye Kayboldu?

Eskiden bulduğum her fırsatta bir şeyler yazardım, çizerdim.
Bütün defterlerim herkesten önce biterdi; çünkü yarısı çizdiğim abuk subuk kıyafetlerle, soyut şekillerle, desenlerle ya da şiirlerle, yazılarla dolardı. Hiç durmadan yazmak isterdim bir kere. Ve yazmak kadar sevdiğim bir şey vardıysa çizmekti. Müzikten söz etmiyorum bile. Hiç durmadan şarkı söyler, okulun müzik adına ne kolu/kulübü vardıysa katılırdım. Korodur, orkestradır. En yakın arkadaşlarımla kendi şarkılarımızı besteleyip gösterilere çıkardık. Ve daha 11-12 yaşındaydık.
Yaptığım her şey, seçtiğim her ders, bulunduğum her yer bu tip şeylere odaklıydı. Sınavlara hazırlanırken bunlarla uğraşmamı istemeyen hocalarla kavga ederdim; çünkü onlarsız ben olamayacağımı bilirdim. Zamanımı sanata ayırmadığım sürece hep yarım kalacağımı bilirdim. Başarısız olacağımı; dahası mutsuz olacağımı bilirdim.
Peki şimdi ne oldu?
En son ne zaman elime bir kalem alıp bir şeyler çizdiğimi, bir amacı olmadan düzgün bir yazı ya da hikaye yazdığımı hatırlamıyorum. Kemanımı o kadar ihmal ettim ki, artık elime aldığımda ne yapacağımı şaşırıyorum.
Kendime sanat hakkında koyduğum hiçbir hedefin yakınında bile değilim...
Ve işin komik yanı: Hayatım boyunca daha çok hiçbir şeyden keyif almayacağım; ve bu yüzden başka hiçbir şey de yapmak istemiyorum.
Olmak istediğim yerden öyle uzağım ki..
Bu yüzden yarım kalmış hissediyor olabilir miyim acaba?
Başarısızlığım değil belki ama; mutsuzluğumun sebebi buysa, çok mantıklı bir sebep...
Hayatımdaki sanat nereye kayboldu?

23.8.10

Son Defa

"Her seferinde bunu söylüyorum.
'Son defa'.
Son görüşüm, son utanışım. Bitmiş olması gerekiyordu şimdiye kadar.
Bir şekilde evren bu sıfat tamlamasının üzerine kalın bir çizik atıyor.
Eskiden olsa -küçük olsam, ve umurumda olmasa- buna seviniyor olurdum. Bir çeşit işaret olduğunu düşünürdüm; senin de böyle düşündüğünü zannederdim ve mutlu olurdum.
Durumun böyle olmadığını bilmelisin.

Bu sefer eminim bak, son defa olacak.
Hepimiz rahatlayacağız.
Ne ben artık utanıp sıkılacağım, ne de sen içinden huzursuz olacaksın.
Hoşçakal."


***

"This is the last time
That I will show my face
One last tender lie
And then I'm out of this place
So tread it into the carpet
Or hide it under the stairs
Say that some things never die
Well I tried and I tried.."
-Keane

21.8.10

They're Just Old Light

Tıkanmak

Bir süredir yazı yazmak için yanıp tutuşuyorum. Hatta dün ilk girişiminde bulundum. Ne yazık ki iki gündür sadece başarısız oluyorum. Çok sihir bozucu olduğunu itiraf etmeliyim. Aynı zamanda moral bozucu da. Ne yapmalıyım bilmiyorum; inatla devam etmek yanlış geliyor ama pes etmiş de olmak istemiyorum. Oof of...
Aklımda çok güzel fikirler olduğu halde yazamamak gerçekten üzücü.
Şimdilik yarına bıraktım ama umarım yarın farklı olur.
Hmm...

19.8.10

Shuffle #7

Just An Old Fashioned Love Song

Just an old-fashioned love song playin' on the radio
And wrapped around the music is the sound
Of someone promising they'll never go
You swear you've heard it before
As it slowly rambles on and on
No need in bringin' 'em back,
'Cause they're never really gone

Just an old-fashioned love song
One I'm sure they wrote for you and me
Just an old-fashioned love song
Comin' down in 3-part harmony

To weave our dreams upon and listen to each evening
When the lights are low
To underscore our love affair
With tenderness and feeling that we've come to know
You swear you've heard it before
As it slowly rambles on and on and
No need in bringin' 'em back,
'Cause they're never really gone

Just an old-fashioned love song
Comin' down in 3-part harmony
Just an old-fashioned love song
One I'm sure they wrote for you and me
Just an old-fashioned love song
Comin' down in 3-part harmony
Just an old-fashioned love song
One I'm sure they wrote for you and me

To weave our dreams upon and listening to a song...
- Three Dog Night

15.8.10

Amazon

Bi saat kadar önce eve kafamda şu düşünceyle geldim:
"Türkiye'de asla bulamayacağım albümleri, EP'leri, single'ları bir yerden almam gerekiyor..."
Düşüncenin kaynağı şans eseri D&R'ın fırsat bölümünde bulduğum U2 Single'ı "Stuck In A Moment".
Ve bu düşünce beni tabii hemen Amazon.com'a itti.

İşte o bahsettiğim andan itibaren Amazon'da çılgınca alışveriş yaptım.
Ve gururla söyleyebilirim ki seçimlerimin hepsini kullanılmış ürünlerden yaptım.
Daha çok, az bilinen ve/veya yeni olan grupların albümlerine yöneldim.

Alışverişimin bittiğini söyleyemem.
Daha almak istediğim tonlarca albüm var.
Mesela bu alışverişte Travis albümlerine/EP'lerine/Single'larına buluşmadım bile...
Şu an seçili 81 ürün var; ve alışverişimin tutarı: 409.64 dolar.
Eğer bir Amazon kartım olursa 379.64 dolar oluyor...

Tabii ki almadım.
Ama çok istedim...

14.8.10

Kararlılık

Bu sıcakların beni kahve tutkumdan uzaklaştıracağını mı sanıyordunuz?


***


"If you walk away I'll walk away
First tell me which road you will take
I don't want to risk our paths crossing someday
So you walk that way I'll walk this way"
- Bright Eyes

13.8.10

Inertia

Televizyonumuzun yokluğunda, her gün akşamüstü bir film izliyorum.
Salona kurulmuş, bir süredir odamda duran DVDlerden birini izlemeye hazırlanıyordum: He Was A Quite Man. CD'yi taktım ve ekranın açılmasını bekledim.
Ekranda "Leaving Barstow" yazıyordu ama -bilirsiniz- hatadır diye umursamadım bile ve filmi başlattım. İlk on dakika DVD'nin üzerindeki resimdeki oyuncuları aradım ve bulamadığımda anladım ki başka bir filmi izliyordum. Leaving Barstow.
İlk şaşkınlığımdan mı, yoksa müziklerden mi, yoksa alışılmamış karakterlerden mi bilmiyorum ama; film o kadar hoşuma gitti ki..
Konu klasik: Bir gencin kendisini bulma öyküsü.
Ama güzel yanı da bu kadar basit olmaması.
Herhangi bir filmde olmayan ani değişiklikler ve fazlasıyla gerçek ilişkilerle dolu.
Gerçek ve samimi bir öykü.

Müziklerine gelince, filmin sonunu beklemeyi akıl edemeyip internetten aradığımda bulamadığım için çıldırmak üzereydim. Sonra aklıma jeneriklerin sonunda bir yerlerde olduğu geldi. Çok tatlı, sakin şarkılarla dolu bir film.
The Weepies, Matt Costa ve (burda Kuşburnu'na sesleniyorum) Bon Iver gibi sanatçılar yer alıyor.
Duymadıysanız önerebilirim..

Sanırım bu kadar.


"Andrew: So why aren't you--
Mr. Jones: Cause I'm here.
Andrew: Maybe you're just suffering from inertia."
(Leaving Barstow)

12.8.10

Just Because

"Well, just because you think you're so pretty
And just because your mama thinks you're the hottest thing in
town
Well, just because you think you've got something
That nobody else has got,
You've caused me to spend all of my money.
Honey, you laughed and called me your old Santa Claus.
Well, I'm telling you I'm through with you
Because, well well, just because."
- Elvis Presley

"Biz dün ne yapmıştık şimdi?"

Denizin ortasında
Uyanmak ne güzel
Gençkız dergilerinde
Benliğimizi aramak gibi
Ve zencefilli kurabiye
Ya da bi film belki,
Belki iki,
Üç..
Hele de uğruna
Salon baştan yaratıldıysa
El yordamıyla
Vantilatör bile kurulmuş
Gülmek ne güzel
Denizin ortasında
Çay eşliğinde sohbet
Belki de duygular,
Defterden okununca daha tatlı

Jelibom!

Beraber olmak ne güzel...
Bir kaç ay sonra o kadar çok fazla insanı özlüyor olacağım ki; ve bu düşünce şu an bana fazlasıyla uzak.
Çünkü bazılarını bir kaç hafta, bir kaçını geçtiğimiz şu iki üç günde gördüm.
Sohbet ettik, güldük, eğlendik..
Sarıldık,
Vedalaştık..
Beraber olmak ne kadar güzelmiş...


***


"- Just forget about the miracles, Zia. They don’t mean a thing.
- Everybody in camp can do that but me.
- Hey, give yourself a break, man.
- I’m dying to do one. Just a small one, even if it’s stupid.
- Here’s the deal. As long as you want it so bad, it’s not gonna happen. The only way it’s gonna work is if it doesn't matter. You know what I’m saying?
- I don’t know. I guess. I don’t know. It just doesn’t make any sense to me.
- It will. It will."
(Wristcutters: A Love Story)

11.8.10

Alışkanlık

Acilen "yanımda bir not defteri taşıma" alışkanlığı edinmem gerek...
Gün içinde tonlarca farklı düşünce beynimde tur atıyor ve elime kağıt kalem geçene kadar hepsi yok oluyor.
Gördüğüm, duyduğum, hissettiğim ayrıntılar sabırsız birer çocuk gibi; o sırada ilgilenmezsem dil çıkarıp küsüyorlar bana.
Gerçi yanımda bi defter taşısam da taşımasamda çıkarıp not almıyorum ya, o da ayrı konu.
Edinmem alışkanlık şudur o zaman:
"Yanımda bir not defteri taşıyıp aklıma bir fikir geldiğinde hiç vakit kaybetmeden içine yazmak"

Hadi bakalım.


Not: Bu fikrin aslı Ördek'e aittir. Aklıma o soktu, şimdi beceremiyorum diye daha da kızıyorum..

5.8.10

3 saat sonra..

.. "uyanmam" gerekiyor. Ki hazırlanıp evden çıkabileyim, uçağıma yetişebileğim ve Ördek'e kavuşabileyim.

Uyumadan önce Kuşburnu'na bir hediye bıraktım, belki siz de bakmak istersiniz:
Don't Blame The Orange
Çok cici olma yolunda ilerleyen bir hikaye blogu bu, merak edenler varsa ara sıra bakabilir, hatta dilerse takip bile edebilir.

Yarın uçağım 7'de ve her zamanki gibi yerim cam kenarı..
"Sabaha bulutların üzerinde olacağım..."
Bunu siz de sevmediniz mi yani?

4.8.10

How Blue Can You Get?


Vezi mai multe video din Muzica

***

Az önce Blues Brothers'ı izledim, ve gerçekten inanılmaz bir filmdi!
Absürt komedi ve müzik, gülmek isteyen herkese önerilir. :)

2.8.10

Yok, Olmuyor

Ben çok sevdiğim müzisyenlerin ve müzik gruplarının şarkı sözlerini hiç haz etmediğim insanlardan duyunca, üzülüyorum.
Bu pek haz etmediğim insanların benim çok değer verdiğim müzikleri dinledikleri, sevdikleri fikrine alışamıyorum.
Sanırım her insana ulaşabildikleri için bu müzisyenleri daha değerli kılıyor bu durum ama...
Yok yani ben, kabullenemiyorum...

1.8.10

The Right Side of Wrong (Bon Jovi)

"İyi" olduğunu düşündüğün şeyi yaparken, bunun kötü bir sonuç doğurabileceğini düşünmüyorsun.
Adı üstünde, "iyilik".
İyiliğin seni pişman edebileceğini nasıl tahmin edebilirsin ki?
Hm..


"A friend of a friend needs a favor
No questions asked, there's not much more to say"

- Bon Jovi

30.7.10

Mike Teevee

Az önce bir filmi tersledim.
Ama şu kafayı ve eli senkronize bir biçimde kıvırarak yapılan tersleme hareketiyle.

Çok fazla televizyon izlediğimi düşünenler?