Sayfalar

daha güzel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
daha güzel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10.8.12

The Hardest Part (Coldplay)

The hardest part of being alone in a foreign city and feeling blue is being alone in a forign city and feeling blue.

Gülmeyi pek seven bir çocuk olarak, bol bol güldüğümü belirtmek isterim. Fakat içimdeki sıkıntının giderayak tavan yapmış olması hiç hoşuma gitmiyor.
Evren tarafından torpilli olduğunu düşünmekte olduğum insanlar kutlamalarını yaparken, neden ben kendi kendimi mutlu etmek zorunda kalıyorum ki?
 Beni bu kendini geliştirme zırvaları bitirdi desem yeridir.
Kendi kendimi yeterince güldürüyorum. Görenler deli sanıyor.
Artik ben de hayat değiştiren güzel tesadüfler ve mucizeler istiyorum.

4.7.12

Gitme Mevsimi

Yine o dönemdeyiz:
"Gitme Mevsimi"
Ben ve çevremdeki bir çok insanın kendini geliştirmek, kendini göstermek, kendini bulmak, kendini anlamak için "gittiği" mevsim.

Şimdiye dek çıkacağım en uzun yolculuk için bavul yapmam gerekiyor.
Şu an saat 20:23.
Uçağım yarın öğlen 12:00'de kalkıyor.
Evden sabah 07:00 gibi çıkmayı düşünüyoruz.
Asla istediğimiz zamanda evden çıkamadığımız için çıkışımız -en iyi ihtimalle- 07:30'u bulur diye düşünüyorum.
Bu bana, kabı olmayan su kütlelerinin yayıldığı gibi yayılmış olduğum odamı iki bavula sığdırmak için 10 saat 7 dakika bırakıyor.
Ben bu hesabı yapana kadar sürem 10 saat 4 dakikaya düştü bile.

Kendimden beklemediğim bir içsel panik, dışsal sakinlik içerisindeyim.
İçimde hiç durmak bilmeyen bir hortum var sanki. Bedenimin içindeki her şeyi savuruyor fakat derim öyle sert ki, içeride kısılı kalıyor. Dışarıdan baktığınızda ise uykulu ve huzurlu bir ben göreceksiniz.

Heyecanlanmamam saçma olurdu. Biliyorum.
Ne kadar uzun süredir yarın bineceğim uçağı beklediğimi beni azıcık tanıyan herkes bilir.
Yine de içime biraz daha hakim olabilmek isterdim.
Ya da en azından bavulumu toplayabilmek...

Derin bir nefes.

Ve işime dönüyorum.

Boston'dan bir isteğiniz var mı?

29.5.12

İçimden Gelen.

"Kalbimde bir şarkı tınladı,
İçinde yalnız sen ve o vardı..."

Bu sözlere şans eseri bugün rastladım.
6 Haziran'da Galatasaray Lisesi'nin festivalinde performans verecek olan BİZ grubuna ait sözler.
Bu grubu bugün bulmam kaderin bir cilvesi olsa gerek, çünkü gerçekten güzel şeyleri keşfetmeye ihtiyacım vardı, kafamı dağıtabilmek için.

Türkiye'de güzel indie müzik yapılıyor mu? sorusunu kendi kendine soran bir tek ben miyim bilmiyorum ama bugün cevabımı bu grup sayesinde almış oldum: Evet.

Kendileri kült alternatif şarkıları cover'lamakla kalmıyor (Bkz: "Aklım Nerde?" Where Is My Mind - The Pixies) yepyeni albümlerinde kendi bestelerini de yapıyorlar.
Az sonra ise Death Cab For Cutie tadında bir bestelerinin pamuk şeker esintili klibini göreceksiniz.
Gözlerinizi kapama arzusuna direnip, videoyu izlemenizi tavsiye ederim.


Beğenenlerle 6 Haziran'da Galatasaray'da görüşürüz belki...

26.3.12

Sizinle ilgisi yok

Kararlar veriliyor. Kararlar veriyorum.
Düşünüyorum, bol bol düşünüyorum. Düşünceler de kalıyorum.
Bazı bazı eyleme geçiriyorum bu düşünceleri. Bazı bazı kendimi kendi halime bırakıyorum.
Gülüyorum, tutamıyorum kendimi, yerli yersiz gülüyorum. İnsanların anlayışına sığınmaya çalışıyorum.
Yanlış anlaşılmak istemiyorum, "sizinle ilgisi yok" diyesim geliyor, "sadece mutluyum, uzun süredir ilk defa mutluyum ve bu mutluluğu ne yapayım bilemiyorum".

Bir fırtınanın ortasında gibiydim uzun süredir, kazaklarıma, yorganlarıma sinmiş, olduğum yerde çakılı kalmıştım. İçim dışım kadar kararmıştı, dışım içim kadar çökmüş.
Sonra ben anlamadan o fırtına bir melteme dönüştü ve ayaklarımı yerden kestiği gibi beni kendisiyle alıp götürdü. Son birkaç haftadır yaptığım yolculuğu ayaklarım yere değmeden yapıyorum.
Yani inanın sizinle ilgisi yok, sadece çok umutluyum.

Planladığımız şeylerin asla planladığımız düzende gitmediğini hep biliyordum.
Ama sıradan bir insan olmanın verdiği o safça umutla, öyle olmadığına inanıyordum şimdiye dek.
Yeni yeni kabul ediyorum hayatın, çizgili defter sayfalarına yapılan listeler gibi sıra sıra ilerleyemeyeceğini.
Ama şansıma, "olsun, böylesi daha güzel" diyebileceğim günler geçiriyorum.
Beklenmeyen şeylerin bir talihsizlikten çok, sıradışı sürprizler olarak karşıma çıktığı günler.

Bunu bana yapan şey her ne ya da kim ise, ona sımsıkı sarılasım geliyor. İçimden sarılıyorum da...

3.4.11

Ara vermek arada sırada

Merhabalar,

Yazmayalı uzuuun bir süre oldu biliyorum.
Bahaneden bol bir şeyim de yok doğrusu ama oturup sıralamaya gönlüm hiç el vermiyor. Doğru olduklarını bildiğim halde kendi kendime "bu mudur?" diyeceğimi biliyorum çünkü.

Hayatımın çok sıradışı bir noktasındayım son birkaç haftadır.
Umursamazlığım alıp başını gitmiş, hayallerim gerçeğe öyle yakın geliyor ki bugün yarın olacaklarmış gibi, dinlediğim müzikler dünyanın her bir yanından geliyor, filmlere gidiyorum, konserlere gideceğim, fırtınalı havalarda adaya gidiyorum, "gülmek ne güzel?" diye düşünüyorum, ne çok gülüyorum anlatamam.
Çok gülüyorum, çok.
Gelecekten gelmiş ve şimdiki bedenime sıkışmış gibiyim adeta. Başıma gelen garip veya kötü şeylere, sanki üzerinden yıllar geçmiş ve ben geriye bakıyormuş gibi tepkiler veriyorum. Yaşını başını almış bir insanın koyvermişliği var üzerimde. Bu yaşımda, bu tavrım nereden kimden geliyor inanın bilmiyorum.
Ailemde böyle bir büyüğüm yok, annem ve babam bir süredir ortayaş krizinde oldukları için onları örnek aldığımı da söyleyemeyeceğim (eğer öyle olsaydı işte tam 18likler gibi davranmam gerekirdi).
Bir garibim kısacası.
Çok gülüyorum, çok.

28.12.10

"sad fact"

egoist elmaşekeri: sad fact: "Most of the laugh tracks on television were recorded in the early 1950’s. These days, most of the people you hear laughing are dead."
- Chuck Palahniuk

20.9.10

Lindt

"A small pastry shop on Marktgasse in Zurich's old town in 1845. Confectioner David Sprüngli-Schwarz and his 29 year old son Rudolf Sprüngli-Ammann, who also trained to be a confectioner, dared to do something new: they decided to make chocolate. "


Çikolata, Lindt olunca daha güzel...

12.9.10

Yaz Biterken

Okulunu seven, hatta okuluna tapan bir insan olarak; okulumun açılmasına hiç hazır değilim.
Bu tatil nasıl geçti anlamadım.
Üç aylık zamanı geçirme şeklimden de hiç memnun değilim.
Şimdi yapmam gereken işlerle dolu post-it'lerim ve ayakta uyuma hallerim geri dönüyor.

Bence hayat öğlen uyanıldığında daha güzel...

1.9.10

Gezi Notları 1: Viyana: "Pembeler su."


Günün sabah 8'de başladığını ve benim var olan tüm enerjimle birlikte günün 00.30 sularında bittiğini düşündüğümüzde, 14 buçuk saattir, hiç durmadan yağmur yağıyor.

Daha duşumu bile almamış, bir yanımda not defterim, diğer yanımda M&M'lerimle Viyana'da geçirdiğim günü nasıl özetleyebilirim diye düşünüyordum ve yukardaki cümle ideal geldi.
14 buçuk saat boyunca yağmur yağıyordu; ve ben 14 buçuk saat boyunca o yağmurun altında ordan oraya koşuşturdum. Turun Viyana'ya ayrılmış tek günü bugün olduğundan, mümkün olduğu kadar yer gezmem gerekiyordu. Gezilmesi gereken yerlerin sadece turistik mekanlar olmadığını dile getirmek isterim, bahsettiğim bu yerler Viyana'lıların kendilerinin gidip oturduğu kafeleri ve tabii ki müzik marketleri de kapsıyordu.
Günün geneli başarılıydı, harika bir harita içgüdüsüne sahip olduğumu belirtmek isterim.
Normalde sağımı solumu bile bilmediğim gerçeğini göze aldığımda, elime bilgi donanmış bir turist haritası verildiğinde yapamayacağım şey olmadığını öğrendim.
Almak istediğim albümlerin bir kısmını alabildim, gitmek istediğim yerlerin bir çoğuna gidebildim.

Mozart'ın Evi'ne gidemedim; ve bunu her hatırladığımda içimde bir şeyler parçalanacak; çünkü çok istiyordum. Ama lanet olasıca giriş görevlisi müzenin kapanmasına yarım saat varken "Ben kasayı kapadım." dedi ve beni içeri almadı. Onu oracıkta boğabilirdim, boğmadım, bir koşu Haus der Musik'e gittim ve orada yaklaşık bir iki saat gezdim durdum. Müziği seven herkesin uğraması gereken bir yer!
Çok çok ıslandım ve kimi zamanlar kendimi bir müzede heykel inceleyerek kururken buldum; ama buna deydi.

Not defterime karaladığım saçma sapan notların bir kısmı da şöyle:
- Obuda, Buda, Peşte! (Budapeşte böyle 3'e ayrılıyormuş, yok artık)
- Herkes yaşlı?
- German, hurray!
- İğrenç İtalyan limonatası, nefis Margarita.
- Bisikletliler
- Muntazam yerleştirilmiş, eskimiş evler.

Günün "EN"ine gelirsek:
EN sevdiğim mekan: -- şimdi fark ediyorum ki ismini bilmiyorum. ne yazık ne yazık...
Herneyse en sevdiğim mekan müzik dükkanı bulmak adına girdiğim cadde (Mariahilferstrasse) üzerindeki o küçücük pizzacı oldu. Beraber tek bir orda bile yapmayan iki odacıktan oluşan bir pizzacıydı bu. Sahibi iki genç çocuktu; içlerinden birisi sürekli tanıdık bir müşterinin yanına oturup onunla sohbet ediyordu, diğeriyse tezgahın arkasında bir şeyler yapıyor ve bir yandan da radyoda çalan şarkılara ıslığıyla eşlik ediyordu.
Gelen her müşteriyi ya bağıra çağıra selamlıyor ya da hava hakkında bir espri yapıyorlardı ve giden müşterilere de yine aynı havayla Ciao! diye uğurluyorlardı.
Mekan ciddi ciddi küçüktü, oturduğumuz yerden elimizi uzatsak tezgaha hatta çocuklara bile ulaşırdık; ama çok keyifli olduğunu söylemek zorundayım. Ah tabii: pizzalar da nefisti.
Ama içtiğim en kötü limonatayı içtim. İtalyan limonatasına hayır.
Viyana - İstanbul karşılaştırması yapmayı düşünmüyordum ama burda özellikle fark ettiğim bir şey varsa o da etrafın yemyeşil olması her şeyi güzelleştiriyor.
Yani binalar eski ve isli ve lekeli; ama etrafta o kadar çok yeşil var ki, bütün bunlar inanılmaz doğal geliyor ve hepsi bir birine karışıp göze güzel geliyor..
Herneyse,
İşte böyle dolu dolu bir gündü bugün.
Bir posta ofisini bulamadığıma, bir de Mozart'ın Evi'ne gidemediğime üzüldüm; ama bu ikisi dışında her şey yolunda gidiyor.

Yarın 7'de de Prag yolundayım.

26.8.10

"Eski"lerden Kesip Yapıştırıp "Yeni" Yapmak

Pipedreams iftiharla sunar...


Mt. Desolation, Keane grubunun biricik piyanisti ("synth"çisi mi demeliyim yoksa?) Tim Rice-Oxley'den ve yine Keane üçlüsünün dördüncüsü olan Jesse Quinn'in kurdukları yeni bir grup.
Tarzları ise Keane'in eski ve/veya yeni halinden oldukça uzak.
Ben tam olarak kestirememiş olsam da MySpace'lerinde tarzlarını "Italian Pop/Chinese Traditional/Surf" olarak belirlemişler.
Ulaşabildiğim tek parçalarını dinlediğimde oldukça doğru bir tespit olduğuna karar verdim.
-Gerçi adamlar kendi müziklerini kendileri en iyi bilirler, ne saçma bi cümle oldu o öyle; ama neyse-

Asıl bahsetmek istediğim konu biraz daha farklı aslında.
Şöyle ki; ben sıkı bir Keane dinleyicisiyim. Bu birkaç senedir böyle; ve gurur da duyuyorum.
Grubu ilk keşfettiğim sırada"Under The Iron Sea" albümü yeni çıkmıştı ve beni Keane'le tanıştıran şarkı aynı albümden "Nothing In My Way" olsa da; her zaman Hopes & Fears'ı (ilk albümü) daha çok sevmiştim.
Ve yeni albüm hazırlıkları sırasında, istediğim tek şey yeni bir Hopes & Fears albümüydü.
İşte bu yüzden Perfect Symmetry'nin (yeni albümün) 80'lerin diskosu tadında olacağını öğrendiğimde oldukça üzülmüş ve hayal kırıklığına uğramıştım.
Albümü dinlediğimde üzüntüm geçmişti; yeni ve eğlenceli bir müzikti Keane'in yeni müziği ama bu tarza gittikçe daha çok kaynamaları sonucunda Keane'in o ilk albümdeki hali ortadan yok oldu ve ben tekrar böyle bir albüm beklemekten vazgeçtim...
Birbirinden farklı ve kendince birbirinden güzel üç albüm yaratabildiği ve beni müziğiyle mutlu edebildiği için Keane daima en sevdiğim gruplardan biri olmaya devam edecektir.

Bugün Mt. Desolation'ı dinlemek işte bütün bu bahsettiğim şeylerden sonra ne kadar güzel geldi anlatamam. Size tanıtmak istememin amacı da bu aslında.
MySpace'lerindeki o bitanecik şarkı beni herhalde ancak bu kadar mutlu edebilirdi...
Keane'in sıkı bir dinleyicisi olarak, gruba dair de tonla şey biliyorum ve izlediğim/dinlediğim tüm röportajların sonunda üyeler üzerine de oldukça fazla fikrim var.
Ve "State Of Our Affairs"i (o bitanecik şarkı işte) güzel kılan birçok şeyden ilki, Tim'in karakterinden bir parça oluşunu çok rahat hissetmem oldu. Benim o çok sevdiğim, "The Way You Want It" piyanosunu gözlerini tuşlardan ayırmadan çalan, sessiz sessiz konuşan Tim'in bir parçasıydı bu şarkı.
Bunun yanında, Keane'in olmasını istediğimi grubu hatırlattı bana... Yavaş ve sakin şarkılarını, o insanı hiç fark etmeden iç çektiren tarzını özlediğimi fark ettim.
İşin kötü yanı, Jesse'nin Keane'i bozacağından korkar dururdum eskiden; şimdi Tim'le yaptığı müziği duymak ve huzurlu vokalini dinlemek ne kadar yanıldığımı anlamamı sağladı...
Yeni parçaları duymak için sabırsızlanıyorum, artık yeni bir favori grubum var...

Mt. Desolation; Keane'le alakası olmadığı halde, bana eski Keane'i hatırlattı...
Ve müziği beni gerçekten çok etkiledi.
Eğer 5 dakikanız varsa dinlemenizi öneririm: Mt. Desolation MySpace


Shuffle #8


Happy in the rain, originally uploaded by Megan is me....

"I can laugh when things ain't funny
Ha, ha, happy-go-lucky me
Yea, I can smile when I ain't got no money
Ha, ha, happy-go-lucky me

It may sound silly, but I don't care
I got the moonlight, I got the sun
I got the stars above

Me and my filly
Well, we both share
Slappy-go-happy, happy-go-lucky love
Well, life is sweet
Whoa-ho, sweet as honey
Ha, ha, happy-go-lucky me "
- Paul Evans

13.8.10

Inertia

Televizyonumuzun yokluğunda, her gün akşamüstü bir film izliyorum.
Salona kurulmuş, bir süredir odamda duran DVDlerden birini izlemeye hazırlanıyordum: He Was A Quite Man. CD'yi taktım ve ekranın açılmasını bekledim.
Ekranda "Leaving Barstow" yazıyordu ama -bilirsiniz- hatadır diye umursamadım bile ve filmi başlattım. İlk on dakika DVD'nin üzerindeki resimdeki oyuncuları aradım ve bulamadığımda anladım ki başka bir filmi izliyordum. Leaving Barstow.
İlk şaşkınlığımdan mı, yoksa müziklerden mi, yoksa alışılmamış karakterlerden mi bilmiyorum ama; film o kadar hoşuma gitti ki..
Konu klasik: Bir gencin kendisini bulma öyküsü.
Ama güzel yanı da bu kadar basit olmaması.
Herhangi bir filmde olmayan ani değişiklikler ve fazlasıyla gerçek ilişkilerle dolu.
Gerçek ve samimi bir öykü.

Müziklerine gelince, filmin sonunu beklemeyi akıl edemeyip internetten aradığımda bulamadığım için çıldırmak üzereydim. Sonra aklıma jeneriklerin sonunda bir yerlerde olduğu geldi. Çok tatlı, sakin şarkılarla dolu bir film.
The Weepies, Matt Costa ve (burda Kuşburnu'na sesleniyorum) Bon Iver gibi sanatçılar yer alıyor.
Duymadıysanız önerebilirim..

Sanırım bu kadar.


"Andrew: So why aren't you--
Mr. Jones: Cause I'm here.
Andrew: Maybe you're just suffering from inertia."
(Leaving Barstow)