Sayfalar

30.8.10

Yeni Bavul

Yarın;
Odamı, balıklarımı, hala yarısını bile okumadığım kitaplarla dolu kitaplığımı, albümlerimin artık sığmadığı rafları, kendi oraya buraya tıkıştırdığım kıyafetleri, başımın ve popomun şeklini çıkarabildiğim -bunu sadece ben yapabiliyorum- yatağımı terk ediyorum.

Kalkışta lüzumsuzca takır tukur sallanacak ve beni korkutacak bir uçağın cam kenarındaki koltuklarından birine yerleşeceğim, bulutların üzerinden, beni benden alacak bir yerlere gideceğim.


Bir yanım olayın gerçekliğini hala kavrayamamış durumda ve uykulu; öteki yanımsa heyecandan ne yapacağını bilemiyor.
Bu iki yanımdan bağımsız bir başka yanım var ki; onun yapmak istediği tek şey High Fidelity'yi bitirip filmini izlemek.
Ah, bir de bu söz konusu yan, Nick Hornby'ye delilerce aşık.

28.8.10

Soul

"'Have you got any soul?' a woman asks the next afternoon. That depends I feel like saying; some days yes, some days no. A few days ago I was right out; now I've got loads, too much, more than I can handle, I wish I could spread it a bit more evenly, I want to tell her, get a better balance, but I can't seem to get it sorted. I can see she wouldn't be interested in my internal stock control problems though, so I simply point to where I keep the sort I have, right by the exit, Just next to the blues."
(High Fidelity-Nick Hornby)

Dilek Feneri

Bugün gerçekleşmesine her şeyden çok ihtiyaç duyduğum bir dileği, sarı kağıttan bir fenerin alevine tutuşturup geceye doğru uçurdum.
Rüzgarda biraz salındı, gökyüzünde usul usul döndü durdu.
En sonunda da yıldızlara karıştı.

27.8.10

Ağustos Sonu Sendromu

E Ağustos geldi?
Ağustos geldi ve geçti hatta...
Tatil ne ara başladı, ne ara bitti anlamadım ki ben.
Herkes okulu ne kadar özlediğinden bahsediyor...
İnanın ben de okulda olmayı çok özledim; taşını toprağını, insanlarını, havasını çok özledim.
Ama okul mantığı şu an öyle uzak ki...
Dersti, sınavdı, yeni konuydu; bunlara hiç hiç hiç hazır değilim.
Ne yapacağımı bilemiyorum.
Şimdiden oldukça tedirginim!
Bitmek zorunda mıydın Ağustos?

26.8.10

"Eski"lerden Kesip Yapıştırıp "Yeni" Yapmak

Pipedreams iftiharla sunar...


Mt. Desolation, Keane grubunun biricik piyanisti ("synth"çisi mi demeliyim yoksa?) Tim Rice-Oxley'den ve yine Keane üçlüsünün dördüncüsü olan Jesse Quinn'in kurdukları yeni bir grup.
Tarzları ise Keane'in eski ve/veya yeni halinden oldukça uzak.
Ben tam olarak kestirememiş olsam da MySpace'lerinde tarzlarını "Italian Pop/Chinese Traditional/Surf" olarak belirlemişler.
Ulaşabildiğim tek parçalarını dinlediğimde oldukça doğru bir tespit olduğuna karar verdim.
-Gerçi adamlar kendi müziklerini kendileri en iyi bilirler, ne saçma bi cümle oldu o öyle; ama neyse-

Asıl bahsetmek istediğim konu biraz daha farklı aslında.
Şöyle ki; ben sıkı bir Keane dinleyicisiyim. Bu birkaç senedir böyle; ve gurur da duyuyorum.
Grubu ilk keşfettiğim sırada"Under The Iron Sea" albümü yeni çıkmıştı ve beni Keane'le tanıştıran şarkı aynı albümden "Nothing In My Way" olsa da; her zaman Hopes & Fears'ı (ilk albümü) daha çok sevmiştim.
Ve yeni albüm hazırlıkları sırasında, istediğim tek şey yeni bir Hopes & Fears albümüydü.
İşte bu yüzden Perfect Symmetry'nin (yeni albümün) 80'lerin diskosu tadında olacağını öğrendiğimde oldukça üzülmüş ve hayal kırıklığına uğramıştım.
Albümü dinlediğimde üzüntüm geçmişti; yeni ve eğlenceli bir müzikti Keane'in yeni müziği ama bu tarza gittikçe daha çok kaynamaları sonucunda Keane'in o ilk albümdeki hali ortadan yok oldu ve ben tekrar böyle bir albüm beklemekten vazgeçtim...
Birbirinden farklı ve kendince birbirinden güzel üç albüm yaratabildiği ve beni müziğiyle mutlu edebildiği için Keane daima en sevdiğim gruplardan biri olmaya devam edecektir.

Bugün Mt. Desolation'ı dinlemek işte bütün bu bahsettiğim şeylerden sonra ne kadar güzel geldi anlatamam. Size tanıtmak istememin amacı da bu aslında.
MySpace'lerindeki o bitanecik şarkı beni herhalde ancak bu kadar mutlu edebilirdi...
Keane'in sıkı bir dinleyicisi olarak, gruba dair de tonla şey biliyorum ve izlediğim/dinlediğim tüm röportajların sonunda üyeler üzerine de oldukça fazla fikrim var.
Ve "State Of Our Affairs"i (o bitanecik şarkı işte) güzel kılan birçok şeyden ilki, Tim'in karakterinden bir parça oluşunu çok rahat hissetmem oldu. Benim o çok sevdiğim, "The Way You Want It" piyanosunu gözlerini tuşlardan ayırmadan çalan, sessiz sessiz konuşan Tim'in bir parçasıydı bu şarkı.
Bunun yanında, Keane'in olmasını istediğimi grubu hatırlattı bana... Yavaş ve sakin şarkılarını, o insanı hiç fark etmeden iç çektiren tarzını özlediğimi fark ettim.
İşin kötü yanı, Jesse'nin Keane'i bozacağından korkar dururdum eskiden; şimdi Tim'le yaptığı müziği duymak ve huzurlu vokalini dinlemek ne kadar yanıldığımı anlamamı sağladı...
Yeni parçaları duymak için sabırsızlanıyorum, artık yeni bir favori grubum var...

Mt. Desolation; Keane'le alakası olmadığı halde, bana eski Keane'i hatırlattı...
Ve müziği beni gerçekten çok etkiledi.
Eğer 5 dakikanız varsa dinlemenizi öneririm: Mt. Desolation MySpace


Shuffle #8


Happy in the rain, originally uploaded by Megan is me....

"I can laugh when things ain't funny
Ha, ha, happy-go-lucky me
Yea, I can smile when I ain't got no money
Ha, ha, happy-go-lucky me

It may sound silly, but I don't care
I got the moonlight, I got the sun
I got the stars above

Me and my filly
Well, we both share
Slappy-go-happy, happy-go-lucky love
Well, life is sweet
Whoa-ho, sweet as honey
Ha, ha, happy-go-lucky me "
- Paul Evans

24.8.10

Sanat Nereye Kayboldu?

Eskiden bulduğum her fırsatta bir şeyler yazardım, çizerdim.
Bütün defterlerim herkesten önce biterdi; çünkü yarısı çizdiğim abuk subuk kıyafetlerle, soyut şekillerle, desenlerle ya da şiirlerle, yazılarla dolardı. Hiç durmadan yazmak isterdim bir kere. Ve yazmak kadar sevdiğim bir şey vardıysa çizmekti. Müzikten söz etmiyorum bile. Hiç durmadan şarkı söyler, okulun müzik adına ne kolu/kulübü vardıysa katılırdım. Korodur, orkestradır. En yakın arkadaşlarımla kendi şarkılarımızı besteleyip gösterilere çıkardık. Ve daha 11-12 yaşındaydık.
Yaptığım her şey, seçtiğim her ders, bulunduğum her yer bu tip şeylere odaklıydı. Sınavlara hazırlanırken bunlarla uğraşmamı istemeyen hocalarla kavga ederdim; çünkü onlarsız ben olamayacağımı bilirdim. Zamanımı sanata ayırmadığım sürece hep yarım kalacağımı bilirdim. Başarısız olacağımı; dahası mutsuz olacağımı bilirdim.
Peki şimdi ne oldu?
En son ne zaman elime bir kalem alıp bir şeyler çizdiğimi, bir amacı olmadan düzgün bir yazı ya da hikaye yazdığımı hatırlamıyorum. Kemanımı o kadar ihmal ettim ki, artık elime aldığımda ne yapacağımı şaşırıyorum.
Kendime sanat hakkında koyduğum hiçbir hedefin yakınında bile değilim...
Ve işin komik yanı: Hayatım boyunca daha çok hiçbir şeyden keyif almayacağım; ve bu yüzden başka hiçbir şey de yapmak istemiyorum.
Olmak istediğim yerden öyle uzağım ki..
Bu yüzden yarım kalmış hissediyor olabilir miyim acaba?
Başarısızlığım değil belki ama; mutsuzluğumun sebebi buysa, çok mantıklı bir sebep...
Hayatımdaki sanat nereye kayboldu?

23.8.10

Son Defa

"Her seferinde bunu söylüyorum.
'Son defa'.
Son görüşüm, son utanışım. Bitmiş olması gerekiyordu şimdiye kadar.
Bir şekilde evren bu sıfat tamlamasının üzerine kalın bir çizik atıyor.
Eskiden olsa -küçük olsam, ve umurumda olmasa- buna seviniyor olurdum. Bir çeşit işaret olduğunu düşünürdüm; senin de böyle düşündüğünü zannederdim ve mutlu olurdum.
Durumun böyle olmadığını bilmelisin.

Bu sefer eminim bak, son defa olacak.
Hepimiz rahatlayacağız.
Ne ben artık utanıp sıkılacağım, ne de sen içinden huzursuz olacaksın.
Hoşçakal."


***

"This is the last time
That I will show my face
One last tender lie
And then I'm out of this place
So tread it into the carpet
Or hide it under the stairs
Say that some things never die
Well I tried and I tried.."
-Keane

21.8.10

They're Just Old Light

Tıkanmak

Bir süredir yazı yazmak için yanıp tutuşuyorum. Hatta dün ilk girişiminde bulundum. Ne yazık ki iki gündür sadece başarısız oluyorum. Çok sihir bozucu olduğunu itiraf etmeliyim. Aynı zamanda moral bozucu da. Ne yapmalıyım bilmiyorum; inatla devam etmek yanlış geliyor ama pes etmiş de olmak istemiyorum. Oof of...
Aklımda çok güzel fikirler olduğu halde yazamamak gerçekten üzücü.
Şimdilik yarına bıraktım ama umarım yarın farklı olur.
Hmm...

19.8.10

Shuffle #7

Just An Old Fashioned Love Song

Just an old-fashioned love song playin' on the radio
And wrapped around the music is the sound
Of someone promising they'll never go
You swear you've heard it before
As it slowly rambles on and on
No need in bringin' 'em back,
'Cause they're never really gone

Just an old-fashioned love song
One I'm sure they wrote for you and me
Just an old-fashioned love song
Comin' down in 3-part harmony

To weave our dreams upon and listen to each evening
When the lights are low
To underscore our love affair
With tenderness and feeling that we've come to know
You swear you've heard it before
As it slowly rambles on and on and
No need in bringin' 'em back,
'Cause they're never really gone

Just an old-fashioned love song
Comin' down in 3-part harmony
Just an old-fashioned love song
One I'm sure they wrote for you and me
Just an old-fashioned love song
Comin' down in 3-part harmony
Just an old-fashioned love song
One I'm sure they wrote for you and me

To weave our dreams upon and listening to a song...
- Three Dog Night

15.8.10

Amazon

Bi saat kadar önce eve kafamda şu düşünceyle geldim:
"Türkiye'de asla bulamayacağım albümleri, EP'leri, single'ları bir yerden almam gerekiyor..."
Düşüncenin kaynağı şans eseri D&R'ın fırsat bölümünde bulduğum U2 Single'ı "Stuck In A Moment".
Ve bu düşünce beni tabii hemen Amazon.com'a itti.

İşte o bahsettiğim andan itibaren Amazon'da çılgınca alışveriş yaptım.
Ve gururla söyleyebilirim ki seçimlerimin hepsini kullanılmış ürünlerden yaptım.
Daha çok, az bilinen ve/veya yeni olan grupların albümlerine yöneldim.

Alışverişimin bittiğini söyleyemem.
Daha almak istediğim tonlarca albüm var.
Mesela bu alışverişte Travis albümlerine/EP'lerine/Single'larına buluşmadım bile...
Şu an seçili 81 ürün var; ve alışverişimin tutarı: 409.64 dolar.
Eğer bir Amazon kartım olursa 379.64 dolar oluyor...

Tabii ki almadım.
Ama çok istedim...

14.8.10

Kararlılık

Bu sıcakların beni kahve tutkumdan uzaklaştıracağını mı sanıyordunuz?


***


"If you walk away I'll walk away
First tell me which road you will take
I don't want to risk our paths crossing someday
So you walk that way I'll walk this way"
- Bright Eyes

13.8.10

Inertia

Televizyonumuzun yokluğunda, her gün akşamüstü bir film izliyorum.
Salona kurulmuş, bir süredir odamda duran DVDlerden birini izlemeye hazırlanıyordum: He Was A Quite Man. CD'yi taktım ve ekranın açılmasını bekledim.
Ekranda "Leaving Barstow" yazıyordu ama -bilirsiniz- hatadır diye umursamadım bile ve filmi başlattım. İlk on dakika DVD'nin üzerindeki resimdeki oyuncuları aradım ve bulamadığımda anladım ki başka bir filmi izliyordum. Leaving Barstow.
İlk şaşkınlığımdan mı, yoksa müziklerden mi, yoksa alışılmamış karakterlerden mi bilmiyorum ama; film o kadar hoşuma gitti ki..
Konu klasik: Bir gencin kendisini bulma öyküsü.
Ama güzel yanı da bu kadar basit olmaması.
Herhangi bir filmde olmayan ani değişiklikler ve fazlasıyla gerçek ilişkilerle dolu.
Gerçek ve samimi bir öykü.

Müziklerine gelince, filmin sonunu beklemeyi akıl edemeyip internetten aradığımda bulamadığım için çıldırmak üzereydim. Sonra aklıma jeneriklerin sonunda bir yerlerde olduğu geldi. Çok tatlı, sakin şarkılarla dolu bir film.
The Weepies, Matt Costa ve (burda Kuşburnu'na sesleniyorum) Bon Iver gibi sanatçılar yer alıyor.
Duymadıysanız önerebilirim..

Sanırım bu kadar.


"Andrew: So why aren't you--
Mr. Jones: Cause I'm here.
Andrew: Maybe you're just suffering from inertia."
(Leaving Barstow)

12.8.10

Just Because

"Well, just because you think you're so pretty
And just because your mama thinks you're the hottest thing in
town
Well, just because you think you've got something
That nobody else has got,
You've caused me to spend all of my money.
Honey, you laughed and called me your old Santa Claus.
Well, I'm telling you I'm through with you
Because, well well, just because."
- Elvis Presley

"Biz dün ne yapmıştık şimdi?"

Denizin ortasında
Uyanmak ne güzel
Gençkız dergilerinde
Benliğimizi aramak gibi
Ve zencefilli kurabiye
Ya da bi film belki,
Belki iki,
Üç..
Hele de uğruna
Salon baştan yaratıldıysa
El yordamıyla
Vantilatör bile kurulmuş
Gülmek ne güzel
Denizin ortasında
Çay eşliğinde sohbet
Belki de duygular,
Defterden okununca daha tatlı

Jelibom!

Beraber olmak ne güzel...
Bir kaç ay sonra o kadar çok fazla insanı özlüyor olacağım ki; ve bu düşünce şu an bana fazlasıyla uzak.
Çünkü bazılarını bir kaç hafta, bir kaçını geçtiğimiz şu iki üç günde gördüm.
Sohbet ettik, güldük, eğlendik..
Sarıldık,
Vedalaştık..
Beraber olmak ne kadar güzelmiş...


***


"- Just forget about the miracles, Zia. They don’t mean a thing.
- Everybody in camp can do that but me.
- Hey, give yourself a break, man.
- I’m dying to do one. Just a small one, even if it’s stupid.
- Here’s the deal. As long as you want it so bad, it’s not gonna happen. The only way it’s gonna work is if it doesn't matter. You know what I’m saying?
- I don’t know. I guess. I don’t know. It just doesn’t make any sense to me.
- It will. It will."
(Wristcutters: A Love Story)

11.8.10

Alışkanlık

Acilen "yanımda bir not defteri taşıma" alışkanlığı edinmem gerek...
Gün içinde tonlarca farklı düşünce beynimde tur atıyor ve elime kağıt kalem geçene kadar hepsi yok oluyor.
Gördüğüm, duyduğum, hissettiğim ayrıntılar sabırsız birer çocuk gibi; o sırada ilgilenmezsem dil çıkarıp küsüyorlar bana.
Gerçi yanımda bi defter taşısam da taşımasamda çıkarıp not almıyorum ya, o da ayrı konu.
Edinmem alışkanlık şudur o zaman:
"Yanımda bir not defteri taşıyıp aklıma bir fikir geldiğinde hiç vakit kaybetmeden içine yazmak"

Hadi bakalım.


Not: Bu fikrin aslı Ördek'e aittir. Aklıma o soktu, şimdi beceremiyorum diye daha da kızıyorum..

5.8.10

3 saat sonra..

.. "uyanmam" gerekiyor. Ki hazırlanıp evden çıkabileyim, uçağıma yetişebileğim ve Ördek'e kavuşabileyim.

Uyumadan önce Kuşburnu'na bir hediye bıraktım, belki siz de bakmak istersiniz:
Don't Blame The Orange
Çok cici olma yolunda ilerleyen bir hikaye blogu bu, merak edenler varsa ara sıra bakabilir, hatta dilerse takip bile edebilir.

Yarın uçağım 7'de ve her zamanki gibi yerim cam kenarı..
"Sabaha bulutların üzerinde olacağım..."
Bunu siz de sevmediniz mi yani?

4.8.10

How Blue Can You Get?


Vezi mai multe video din Muzica

***

Az önce Blues Brothers'ı izledim, ve gerçekten inanılmaz bir filmdi!
Absürt komedi ve müzik, gülmek isteyen herkese önerilir. :)

2.8.10

Yok, Olmuyor

Ben çok sevdiğim müzisyenlerin ve müzik gruplarının şarkı sözlerini hiç haz etmediğim insanlardan duyunca, üzülüyorum.
Bu pek haz etmediğim insanların benim çok değer verdiğim müzikleri dinledikleri, sevdikleri fikrine alışamıyorum.
Sanırım her insana ulaşabildikleri için bu müzisyenleri daha değerli kılıyor bu durum ama...
Yok yani ben, kabullenemiyorum...

1.8.10

The Right Side of Wrong (Bon Jovi)

"İyi" olduğunu düşündüğün şeyi yaparken, bunun kötü bir sonuç doğurabileceğini düşünmüyorsun.
Adı üstünde, "iyilik".
İyiliğin seni pişman edebileceğini nasıl tahmin edebilirsin ki?
Hm..


"A friend of a friend needs a favor
No questions asked, there's not much more to say"

- Bon Jovi