Sayfalar

30.1.10

The Gods Love Nubia

Bir grup çocuk sahnenin en önüne kadar acı içinde yürüyor.
Üstleri başları yırtık pırtık, suratları hüzün dolu; elleriyle, kalan son güçleriyle size uzanıyorlar.
Nubia halkı, oditoryum'un ortasında özgürlükleri için haykırıyorlar...

Işıklar kapanıyor.
İlk perde sona erdi.

***

Geçen sene müzikale katılırken sene sonunda ortaya çıkacak şeyden,
Olacağım şeyden haberim bile yoktu.

Afrika dansı öğreneceğimden mesela, haberim bile yoktu...
Ya da kıyafetlerimizin eski ve pis gözükmesi için okulun bahçesinde çamur eşeleyeceğimizden...

Pazartesi provaları...
Bizden çok daha mükemmel dans eden yönetmenimizin arkasında bir grup şapşal kız.
Çarşamba probaları...
Pamuk yanaklı müzik hocamızın bizlere bir şeyler öğretmeye çalışışı.
Gittikçe artan, yoğunlaşan ve yoruculaşan provalar...

Küçük küçük gruplar ve onların bu bitkinlikle bir araya gelişleri.

Her şey üç günlük bir telaş için.
Üç gün boyunca kapanmayacak ışıklar için.

Soyunma odasında herkesin herkese makyaj yapması için.
Seyirciler kapıların dışında beklerken içeride "dubiday dubiday" ses açmak için.
O pis kıyafetleri giymek için.
Şarkı aralarında kıyafet değiştirmek için merdivenlerden koşuşturmak için.

O sahneye çıkmak için.
O şarkıları söylemek için.

Sahnedekilerden büyülenmek yerine, sahnedeki büyünün parçası olabilmek için.

İnsanların aslında ne kadar tedirgin olduğunu görebilmek ve kulise girerken kulaklarına "Çok iyiydi!" diye fısıldayabilmek için...

Hayatımızdaki en renkli anılardan bir tanesine sahip olmak için.


Şimdi ne zaman koridorda "Aiiida, Aiiida" diye çığırsam, birilerinin dönüp benimle beraber iç çekeceğini biliyorum.
İşte hepsi bunun için...

29.1.10

Ördek'le Bir Gün

Yazmak istediğim o kadar çok şey var ki..
Kafam öyle dolu ki..
Burayı özledim, yazmayı özledim!

Perşembe günümü küçük bir ördekle geçirdim. Onu tanısanız çok seversiniz.
Küçücük bir kız çocuğuyken, bir anda bende daha yaşlı bir insan oluveriyor.
Ne demek istediğini, nasıl hissettiğini anlatmayı beceremiyor ama zaten çok bir şey söylemesine gerek kalmıyor.
Bazen, tabii.

Geçirdiğimiz günden bir kaç kesidi paylaşayım dedim ben de:



Saatime şaşkınlıkla bakıp otobüsten iniyorum, son durak olup olmadığından pek emin değilim. Ördek'i arıyorum hemen.
Pipe Dreams: Şey, çıktın mı?
Ördek: 10 dk'ya çıkıyorum.
P: Hazırsan şimdi de çıkabilirsin
Ö: Hı?
P: Ben 45 dk erken geldim de...
Ö: Ben çıkıyım o zaman...

***

Karşıdan bana kocaman bir gülümsemeyle paytak bir ördek yavrusu yürüyor...

***

Ö: Nutella da aldım...
Ö & P: *sırıtırlar*

***

Başımızın üstünde kitaplar uçuyor.
Ördek bana bir şeyler vaklıyor, ben kitapları seyrediyorum.

***

Ö: Bu çok güzel işte.
P: Kesinlikle! Kanun kaçağı gibi değil mi?
Ö: Ne?
P: Yani tam öyle değil. Sanki yetim kalmış ve küçük erkek kardeşine bakabilmek için hırsızlık yapıyormuş gibi...
Ö: Gerçekten mi? Bana baktığım anda "boy trouble" gibi gelmişti...
P: Bilmem...

***

P: Adam mükemmel değil mi?
Ö: Nasıl yani?
P: En baştaki resim.
Ö: Nesi mükemmel?
P: Yani.. "He's f*cked up"...

***

P: Çok güzel değil mi?
Ö: Eveet... Ama ne ki o?
P: *kafasını sağa eğer* Yatak!
Ö: *kafasını sağa eğer* Aa, evet.

***

*Bir iki saat sonra*
Ö: Çok sıkıldımkfhs--Şuna bak ne güzelmiş!
P: Tamam şuna bakıp çıkıyoruz.

***

Ördek elinde üç DVD'yle gelir, hangi sırada izleyeceğimize karar vermeye çalışırken zamanımızın buna yetmeyeceğini fark ederiz...
P: Ben annemi arayıp kalmak için izin istiyim o zaman.

***

The Painted Veil
Edward Norton'a bir kez daha aşık olunur...

***

P: Neee?!
Ö: *ağlamaklı bir sesle* Sen kızı sevmedin!
P: Ben öyle şımarık olup sonradan akıllanan kızları hiç sevmem! Kız çok şımarık!
Ö: *ağlamaklı bir sesle* Kızdan nefret ediyosun!
P: Evet, ediyorum...

***

P: Peki neden Painted Vail?
Ö: Hepiniz de bunu sormayın!

***

The Hours
Nicole Kidman'ı nasıl o hale sokmuşlar diye sorar insan kendine.
Filmden uzun bir süre sonra bile kelimeler kafanızda dolanır...

***

Ördek söz verdiği gibi çok duygusallaşır...
P: Umarım bu kadın kadar yoğun hissedersin, ama kendini öldürmezsin.
Ö: Yapmam ki zaten...

***

Filmlere ara verip biraz muhabbet ediyoruz. Karşımızda laptopun ekran koruyucusu bilgisayardaki resimleri gösteriyor.
Kuşburnu'nun resmi çıkıyor, harika bir gülümsemeyle hafif yukarı bakıyor.
P: Çok seviyorum ben bunu!
Ö: Ben de!
P: O bizim çocuğumuz olsa, biz de evli olsak?
Ö: Bizim başka planlarımız vardı Kuşburnu'yla ama olur heralde...
P: Kızlar da--
Ö: Onlar da diğer aile olur!
P: Hı... Tamam! Ama aynı evde yaşayalım!
Ö: Tabii ki!

***

Babam ve Oğlum
Ben filmlerde ağlayan bir insan değilim.
Ben bu filmde çok ağladım.
Sabah 2.35 olmasaydı babamı arayacaktım. Uyuyordur diye kıyamadım.
Benim babam Süpermen değil.
Benim babam Süpermen.

***

P: *gözlerini silmeye çalışır* Bakma bana...

***

Artık uyku vakti, yatağa gidilir.
P: Bu muydu plan yani? Beni ağlatıp sonra uyutmak?
Ö: Hayır...
...
Ö: İyi geceler.
P: Tatlı rüyalar.

***

P: Sabahları hep böyle oluyorsun!
Ö: Sabahları hep böyle oluyorum... Seninle alakalı değil!
P: Ay domuz gibisin!

***

O küçük ekranın karşısında bir şeyler izleyip kahkaha atıyoruz.

***

Ördek'e bir telefon geliyor, acilen çıkması gerekiyor. Takip ediyorum.
Taksiye atlıyoruz, beni bir cafe'ye bırakıyor. Kapının yanında o durduğu için dışarı çıkıyor, iniyorum. İndiğim gibi sımsıkı sarılıyor...
Ö: Teşekkür ederim!
P: Önemli değil...

***

P: Bir gün çok meşgul olduğumda çocuğumu sana bırakırım, ödeşiriz.
Ö: HER GÜN BIRAK!
P: Aynı binada yaşarsak, olur.
Ö: Her gün aynı bina!



Şimdiden özledim seni Ördek...
Sevgilerimle...

25.1.10

n00b

Bilgisayar oyunlarıyla aram hiç bir zaman iyi olmadı.
Sebebi bilgisayar oyunlarına en çok yaklaştığım konumun abimi oynarken izlemek olmasıdır muhtemelen.
Pek bir şey kaybetmiyorum sanırım.

Ama şu vidyoyu izleyince kahkahalarla gülmeden edemedim:

http://www.youtube.com/watch?v=JVfVqfIN8_c

"I may run around in circles when I play HALO
And I might never get a monster killed, well.. I can't find the space bar half the time..."

Buradaki n00b boyfriend benim işte!
Daha güzel açıklanamazdı.. :)

Not: Hayatımda hiç tipeksle birilerini ekrandaki resimden silmeye çalışmadım.
Bunun için Paint'i kullanıyorum.

24.1.10

Cam Kenarı

Hayatımda sadece bir kaç defa uçağa bindim.
Ama her bindiğimde birşekilde cam kenarını kapmayı becerebildim.
Cam kenarında olmalıydım.

Emniyet kemerleri takılsın işareti verildiğinde ben de kendimi dışarıyı izlemek üzere hazırlardım.
Uçağın pisti sakin sakin gezişini izler, kendi içimde "hadi kalkalım artık" diye düşünürdüm. Ve sonunda uçak tamamiyle yerden kalkardı. Sanki benim ayaklarım yerden kesilmiş gibi olup karnım gıdıklanırken arkada bıraktıklarımızı izlerdim. Pistin, çevredeki arabaların küçülmesini; onlar küçüldükçe o ufak uçak penceresindeki ovale katılan diğer evleri...
Sonunda her biri birer noktaya dönüşür; ve uçağın kalktığı o sonsuz gri artık yeşil ve sarılarla dolu bir resimde ufak bir noktadan ibarettir.
Egzosun, dumanın mahvettiği maviden eser kalmamıştır.
Masmavi bir denizde ve beyaz köpüklerin arasında kalır insan.
Anlam kazandırmaya çalıştığınız, şekillerinde gerçeklik aradığınız bulutlar ayalarınızın altındadır işte...
Ben gözlerimi kırpmadan, saatlerce bulutların üzerinde gezerdim.
Uçak inişe geçtiğindeyse o bir kaç saatliğine yukarıdan izlediğim dünyaya yeniden ayak basacak olmanın garip duygusu sarardı içimi.
-Tabii kulağım tıkanmın ve beni tamamen felç etmemişse.-
Sarılar ve yeşiller kaybolur; önce küçük evler görüş alanını terk eder, sonra çevredeki boş binalar; ve her şey eski haline, o boş griye döner.
Uçak salınarak pistte durması gereken yere gider ve...
Ve ayrıldığım yerden uzakta ama bıraktığınm her şeyin yanında buluverirdim kendimi...

Mavi bir sonraki yolculuğunuza kadar sizleri orada bekleyecektir.
Şekilsiz bulutların yanında,
Yukarıda.

22.1.10

Only Ones

En kötüsü insanın kendi kendini hayal kırıklığına uğratması sanırım.
Çünkü her şeyin başından beri yanında olan, seni senden iyi tanıyan insandan yanlış bir şeyler yapmasını beklemiyorsun. "Daha iyisini bilmeliydi," diyor insan kendine.
"O bundan çok daha iyi."
Sonsuza dek beraber olacağın bu insanla dost olman gerekiyor. Birbirinizi anlamanız, kabullenmeniz ve sevmeniz...
Çünkü ışıkları kapayıp tavana gözlerini diktiğinde de,
Trafiğe takılıp gitmen gereken yere geç kaldığında da,
Uzaklara gitsen de, yakında olsan da yanında hep o olacak.

Gözlerini kapayıp koca bir dünyadan kaçabiliyor insan; ama hiç bir zaman kendinden kaçamıyor işte...

"There's just you and me
If we hold on tight
We'll make it through the night
Just you and me
We are the only ones"
-Reamonn

21.1.10

The wheels on the bus go round and round...

Sabah uyanıyorum, hazırlanıyorum, tam zamanında değil de birazcık erken çıkıyorum dışarı. Ne olur ne olmaz, otobüsü kaçırmak istemiyorum.
Dışarı çıkıyorum.
İki sene önce aynı hattı kullanırken sitenin biraz ilerisinde duruyordu kullandığım otobüs, ben de oraya yürüyorum. Durak yok ortada ama; biliyorum orada duruyor.
On dakika kadar bekledikten sonra uzakta büyük bir yeşil kare ve iki far parlıyor. Gözlerimi kısıp üzerindeki numarayı okuyorum... Evet benim otobüsüm!
Elimi o "Yıllardır aynı otobüsü kullanıyorum -N'aber kaptan?- artık beni görünce duruyorlar zaten.." tavrıyla kaldıran amcalar gibi kaldırıyorum.
Dünyadaki tek düzgün şoför beni buluyor sanki, durakta olmadığım için durmaya yeltenmiyor bile... Gözlerimin içine baka baka. Elimin sönüp cebime girdiğini hissediyorum. Hayıflana hayıflana evden biraz uzaktaki ana duraklardan birine yürümeye karar veriyorum. "Nasıl olsa bir 15 dk daha bekleyeceğim!"
Durağa gelene kadar bir 10 dk geçiyor zaten. "Eh birazdan da gelir otobüs" diyerek akbilimi hazırlıyorum.
5 dk.. 10 dk.. 15 dk.. 20 dk...
Yavaş yavaş otobüsün bu duraktan geçtiğine olan inancımı kaybediyorum.
Ve hafızam gerçekten kötü olduğu için yarım saat sonra ortada hala otobüs olmayınca yandaki teyzeye "13 burdan geçiyor değil mi?" diye soruveriyorum.
"Gelir birazdan!" diyor gülerek.
Aslında "Gelir birazdan, ilahi sen. Bu gençlerin de aklı beş karış havada yahu. Vallahi sabah sabah güldürdün beni hanım kızım. Ama tabii nerden bilsin, kaç kere otobüs kullanmışır ki. Varsa yoksa o metrobüsler!" demek istiyor.
Demiyor ama; sonradan anlıyorum ki o da benimle 13'ün gelmesini bekliyor.
Eninde sonunda biniyorum ve Ataşehir'e yol alıyorum.
Otobüsün beni istediğim yere götürmediğini fark edince telaşla "orta kapıyı açar mısınız?" diyorum. İniyorum ve gitmem gereken yere en has biçimde gidiyorum.
Yaya olarak...
Oradan çıktığımda tekrar duraktaki yerimi alıyorum. Şansıma hemen bir otobüs geliyor. Orta kapıyla burun buruna yol almaya tam alışmışken ilk durağa geliyoruz.
Ters yöndeki ilk durağa.
Yanımdaki teyzelerden birine "Kadıköy'e devam etmiyor mu?" diye soruyorum ve güzel teyzem "Hayır, öbür taraftan binmen gerekiyor," diyor.
Ruhen saçımı başımı yolarak teşekkür ediyorum ve telaşla iniyorum. Karşıya geçiyorum ve asıl bekleyiş başlıyor.
Her şey gözlerimin önünden bir yıldız gibi kayıp giden Ataşehir-Taksim otobüsünü görmekle başlıyor. Ama onu çoktan kaçırığım için listeye bakıyorum ve bir sonraki aracın 20 dk sonra geleceğini görüp rahatlıyorum.
Yarım saat kadar sonra hayattan bezmiş bir şekilde tekrar Kadıköy otobüslerini bekliyorum ve ilk gördüğüm otobüse atlıyorum. Artık öyle bir hal alıyor ki bindiğim her yere "şuraya mı devam ediyor" diye soruyorum.
Ama aldığım cevap en güzeli oluyor: "Ümraniye, Tepeüstü.. öööyle" (bunu elini garip garip sallayarak söylüyor şoför bey)
"Hıı" diyip açık kapıya dönüyorum.
"İnecek misin?" diyor; ama böyle bir acı, hüzünle..
"Evet"
"Pekala"
İndiğim gibi ellerimi hem soğuktan hem de dilek dilemek amaçlı kavuşturuyorum. Gördüğünüz her otobüsün Taksim'e gitmesini dilemek, diye bir kavram yaratıyorum.
Taksim otobüsü gelene kadar karşılaşmadığım gariplik kalmıyor.
Yanımda bir grup genç/çocuk bir şeyler yapıyor, yaramazlık yapar gibi bir halleri var. Dilsiz olduklarını anlamam biraz zaman alıyor.
Siz hiç el hareketleriyle tartışan, gülen, eğlenen insanlar gördünüz mü bilmiyorum.
Ama sizden, benden hiç bir farkları yok.
En tatlısı, karşı duraktaki kızla çocuğun otobüs durmayınca arkalarından el işaretleriyle şikayet edişleriydi. :)
Bunun dışında olduğu yerde fır dönen sapık simitçi mi dersiniz, Cennet Mahallesi'nden fırlamış şirin bir çift mi.. İşte hepsi oradaydı.
Sonunda otobüs geldiğinde ellerimin donduğunu fark etmiştim.

Anlayacağınız, bugün otobüslerden nefret ediyorum.
Upuzun bir entry yazacak kadar.

19.1.10

Huzur

Şu sıralar dikkatimi çeken şeylerden birini paylaşayım dedim bugün.

Son zamanlarda izlediğim, içinde bir miktar aksiyon içeren her filmde gözüme çarpan (kulağıma çarpan?) bir şey bu. Kendimi yönetmenlerin sırlarını çözmüş gibi hissediyorum desem yeridir.
Bir şeylerin patladığı, parçacıkların uçuştuğu, alevlerin yükseldiği; kısacası aksiyonun tavan yaptığı sahneler yavaş çekimde aklınızı allak bullak ederken arka fonu sessizlikten varolan bir klasik müzik parçası doldurmaya başlıyor.
Koca bir dünya gözlerinizin önünde partiküllerine ayrılırken, arkada sesi çok uzaklardan geliyormuş hissi veren bir filarmoni orkestrası var.
Çok hafif, çok yavaş; anlaşılmaz bir biçimde sakin...

Kaos'un içinde huzur bulmak gibi.

Hani gürültü öyle güçlüdür ki, bir anda hiç bir şey duyamaz hale gelirsiniz.
Işık öyle parlaktır ki, gözünüzü kör eder.
Böyle bir şey olsa gerek...

O sırada ekrandaki ayrıntıları takip etmekten vazgeçip, kendini büyüye bırakıveriyor insan.
Çünkü kaos anında ayrıntıların bir önemi olmadığını fark ediyor,
Zaten her şey sona erdi...

17.1.10

Caramelatte...

'nin moralimi düzeltemediği bir zaman var mı acaba?





"As I make my way through the century
As I slowly turn to house dust..."
-Turin Brakes

Gökkuşakları

Ne komik bir yapımız var biz insanların.
Hiç tanımadığımız insanlara karşı bile bir sorumluluk duyuyoruz.
Birkaç kelime bizlere güven verebiliyor.
Anlamsız ama bir o kadar eğlenceli bir hikaye, iki insanı bir araya getirebiliyor.
Ne kolay "İnanamıyorum!" diyoruz.
Ne kolay inanıveriyoruz herşeye.
Hiç tanımadığımız birisinden özür dilemek için ne zahmetlere girebiliyoruz kimi zaman.
Hiç kırmak istemiyor insan.
Bazen kırmak istediğini zannediyor, ama ancak kırdıktan sonra fark ediyor aslında bunu istemediğini.
Kelimelerimi daha doğru seçseydim diye kızıyor kendine, yazarken en doğrularını yazdığını düşündüğünü unutup.
Çok kolay bırakabiliyormuş gibi davranıyoruz.
Hiç bir zaman bırakamıyoruz.
Doğru gözlükleri bulabilseydik taktığımızda insanların tutundukları herşeyi görebilirdik...
Ve bana inanın, o insana binlerce gökkuşağı bağlıymış gibi gözüküyor olurdu.

İnsanları bu yüzden çok seviyorum sanırım.
Her birine binlerce gökkuşağı bağlı olduğu için...

15.1.10

Hafif Müzik

6. sınıfta en yakın iki arkadaşımla ilk şarkılarını duymuştuk. Hep beraber bayıldığımız bir grup haline gelmişlerdi o şarkıdan sonra. Sadece o duyduğumuz şarkı benim albümlerini almama yetmişti.
Bir kaç ay sonraki doğum günüm için o en yakın arkadaşlarımdan bir tanesi Kadıköy'deki müzik marketleri gezip eski bir albümünü bulmuştu. O sene aldığım en güzel hediyeydi şüphesiz.
Şans eseri, aynı sene gittiğimiz okul gezisinde rehberimiz olan adam grubun sıkı bir hayranı çıkmıştı. O çekilmez, saatler süren otobüs yolculuklarından bir tanesini grubun albümlerini ve şarkılarını konuşarak geçirmiştik.
O sıralarda aldığım en güzel iltifat bir erkek arkadaşıma ("erkek kardeşim" desem daha yerinde olur herhalde ama..) aitti:
"Bence sen Deniz Özbey gibi olacaksın..."
(Deniz Özbay gurubun melek sesli, şirin solisti oluyor.)

Yaptıkları müziği ve yazdıkları sözleri çok sevdiğim bir grup Vega.
Ve benim için gerçekten çok güzel şeyler ifade ediyor.
Çok güzel anıları oldu hep.

"Hafif müzik dinleyelim mi bu akşam
Ki yarın hafifmeşrep olalım
Ki yarın kolay olsun..."
-Vega

14.1.10

Sanat Atölyesi

Okulun sanat atölyesini özledim...

Hafif bir boya kokusu olurdu her zaman. Her girdiğinizde kenarda köşede yeni yapılmış bir heykel, bir resim olur kurumaya bırakılmış. Biraz bakınmadan çalışmaya başlayamazsınız. Bir çoğunu önceden görmüşsünüzdür halbuki...
Sonunda kendi işinize başlamaya karar verdiğinizde gerekli malzemeleri ve daha fazlasını bulmak için birkaç çekmece karıştırmanız yetmiştir. "Aaa bu da burda mıymış?" deyip fazladan bir malzeme daha almadan edemezsiniz.
Sıra kolları sıvamaya gelir ve...
Ve özgürsünüzdür.
İster bir çamur parçası olsun, isterse eski dergilerden bir tanesinin üstüne boca ettiğiniz boyalar; ellerinizi iyice kirletmeden tatmin olamazsınız. Elleriniz yeterince kirli değilse, o yaptığınız eser de yeterince iyi değil demektir.
Biraz daha düzeltirsiniz, biraz daha eklersiniz,
Biraz daha düzelt, biraz daha ekle,
Biraz daha...
İçeri giren insanların "zil çalmak üzere" lafıyla uyanırsınız dünyanızdan.
Bu kadar çabuk mu?
Hele o bitirmeden bırakamama duygusu yok mu...
Sage'deki ingilizce dersinize girmeden önce kalan son dakikanızda kendinizi sanat bölümünde gezerken bulursunuz..
Matematik dersidir ve tek düşünebildiğiniz 'hangi arada, nasıl, nerden gitmeliyim' denklemidir..
Takrar ne zaman özgür olabilirim?

Bu sene bir kere kendimi orda buluşum dışında (bilinçaltım kendi kendine karar vermiş, uykulu oluşumdan yararlanmıştı) hiç gidememiş olduğumu yeni yeni fark ediyorum.
Tekrar gitmeli, tekrar eller kirlenmeli.
En kısa zamanda özgürlüğümü geri almalıyım...

12.1.10

Pürüzler

Bugün size çok sevdiğim bir insandan bahsetmek istiyorum.
O bunları okumayacak, okusa da en azından şimdilik anlamayacak ve ben zaten okusun istiyor muyum istemiyor muyum daha karar veremedim.
Her neyse,
çok sevdiğim bir insan diyordum.

Bir çoğumuzun yapmayı unuttuğu o küçük şeylere her gün bir şekilde vaktini ayırmaya çalışan, söylenilen sözlerin öylece havada kalmasına izin vermeyen bir insan düşünün. En küçük kelimeyi bile hazmetmek için vaktini ayıran bir insan. Hepsinin, her şeyin bir anlamı olduğunu bilen ve küçük bir edatın bile her insanda ne kadar farklı duygular uyandırdığını bilen bir edebiyat tutkunu.
Siz topu topu üç kelimeyle yamuk yumuk bir cümle kursanız bile, bunu bir öyküye dönüştürebilen bir hayalperest.
Etrafındaki her küçük ayrıntıyı fark edebilen gözler düşünün. Her bir kıvrımı, pürüzü fark eden ve bu kıvrımları, pürüzleri hak ettikleri gibi -belki de daha fazla- takdir eden; gördüklerinden etkilenen ve ruhunun etkilenmesine izin veren bir insan.
Elinde parçalanmış bir yaprakla gezip, bunun bizim için nasıl bir anlam ifade ettiğini sorgulayan meraklı ve derin bir ruh.
Siz günün gürültüsüne kapılmışken, hiç ses çıkarmadan pencerenin yanına gidip kuş seslerini dinleyen ve ne yaptığını sorgulayan gözlerle ona baktığınızda sarkastik bir tonda "Duymadınız mı? Ne yazık.." diyebilen inanılmaz insan.

Ben kapalı kutumda, istediklerim ve istemediklerimi ayıran el emeğiyle kurduğum duvarlarımla yaşarken hiç ses çıkarmadan yanıma gelip kendimle kavga edişimi izlediğini ve ona dönüp baktığımda aynı sarkastik tonda "Ne yazık.." dediğini duyar gibiyim.

Sahip olduğu o gücün nereden geldiğini merak ediyorum.
Hayatın her köşesini görebilen, görmek isteyen ve o her köşeden keyif alan gözleri kimden aldı merak ediyorum.
Her köşe hakkında düşünecek ve her birine değer verecek zamanı nereden buluyor merak ediyorum.
Gözlerimin önünde olduğu halde nasıl başka evrenlerde de yaşıyormuş hissi verdiğini merak ediyorum.
Bir kaç paragrafını laf arasında anlattığı hikayesini merak ediyorum...

Bütün bunları bir gün öğrenebilirim umarım...
Ama sahip olduğum zaman kavramını değiştirdiği ve bana tüm o pürüzlerin, her pürüzsüz yüzeyden daha güzel hikayeleri olduğunu öğrettiği için onu çok seviyorum.
Belki "Ne yazık.." demesine gerek kalmaz bile...

11.1.10

Parmak Uçlarında

by pipedreams

Kağıtlara, kitaplara, defterlere, küçük notlara, anlamsız denklemlere dalıp gidebiliyor insan;
Başucundaki zaman parmak uçlarında terk ederken geceyi...

10.1.10

It's the seven day mile..

Bugün deli gibi finallere çalışmalıydım.
Aslına bakarsanız öyle de yaptım.
Türkçe, fizik ve az da olsa non-fiction çalıştım.
Bünye alışık olmadığı için reddetti, bir ara boğuluyorum sandım..

Ama akşam yemeğimi yemek için tepsimi hazırlayıp salona gittiğimde tamamen aklımdan çıkmış olan bir şey beni bekliyordu: House'un 6. sezonunun ilk bölümü.
Bunu okuyan arkadaşlarım benden nefret ediyorlar ve muhtemelen yarın bana çok kızacaklar ama evet gerçekten önemliydi. Kendimi arada kalkmak için içimden ikna etmeye çalıştığımı söylesem biraz yararı olur mu? Olmaz değil mi?
Peki bölümün 1 buçuk saat olmasına ne demeli?
Biliyorum, bana kızdınız. Biliyorum, Türkçe finalinden düşük not alırsam mızmızlanmaya hakkım yok...
Ama ne kadar mutlu olduğumu anlatmam pek mümkün değil sanırım.
Sonuçta gerçek olmayan bir hikayenin küçük bir parçasını izleyip kendimi bütün bu günün baskısından kurtardığıma inanmak kolay olmayacaktır onlar için...
İnsanları, hikayeleri öylesine seviyorum ki.
Ve Gregory House'un hikayesi gerçekten olağanüstü bir insanın ürünü olmalı...

Şimdi bir kaç fizik sorusu çözüp Türkçe notlarımı tekrar edeceğim.
Oralarda bir yerlerde finaller yüzünden karnı ağrıyan birileri varsa, her şey güzel olacak bunu bilsin.

Bölümün soundtrack'inden küçük bir alıntı yapmadan edemeyeceğim
-Bu arada insanın çok beğendiği bir filmde çok beğendiği bir müziğin çalması ve onu tanıyıp kendi kendine mırıldanması kadar güzel bir duygu daha var mı? İnanın şu an aklıma gelmiyor!-

"Well this might take a while to figure out
So don't you rush it
And hold your head up high right through the doubt, now
'Cause it's just a matter of time
You've been running so fast
It's the seven day mile
Has you torn in-between here and running away"
-The Frames

9.1.10

Fading out, under the rain...

Şu sıralar olmak istediğim ideal insandan öyle uzağım ki..
Hiç bir zaman tam anlamıyla onun gibi olamayacağım, zaten hiç bir zaman tam anlamıyla ideal olunmaz çünkü o zaman idealin bir anlamı kalmaz; ama böylesine kendime yakıştıramadığım bir ruh halinde olmak beni gerçekten rahatsız ediyor.
Moralim bozuk olduğunda kişiliğimin bu kadar altüst olmasına anlam veremiyorum. Bir anda her şey bitmiş gibi geliyor. Kendimin espiri yapmasını bırakın, başkalarının espirilerine gülemiyorum. Hatta rahatsız bile oluyorum. "Ne var ki bunda bu kadar komik?" gibi düşüncelerle daha da sinirleniyorum.

Sonra o "Boşver!"ler var.
"Boşver!"
Morali bozuk insanlara söylenmemesi gereken tek bir kelime varsa "Boşver!" olsa gerek. Küfret, kız, dalga geç. Ama "Boşver!".. Demeyin onu. Boşverebilse boşvermez mi zaten? Unutup hayatına devam edebileceği olsa, çoktan unutmaz mı? Gülüp geçebilse, bir kahkaha koparıp üstüne bir de kendisiyle dalga geçmez mi?
"Boşver!"

Beni bekleyen final haftası ruhumu elegeçiriyor sanırım. Huysuz ve mutsuz bir insan oldum çıktım. Olmak istediğim son şey. Huysuz ve mutsuz. Etrafımdaki şeylerden zevk alamıyorum. Fırsat bulduğum her arada insanlardan kaçıp farklı yollardan yürüyorum kulağımda müziğimle. Telefonumu sessizde bırakıyorum gün boyunca...
İnsanlara verdiğim sözleri tutamıyorum,
Kendime verdiğim sözleri tutamıyorum,
Tutamadığım sözlere verdiğim sözleri tutamıyorum...

Etrafımda insanlar varken bile kendi kendimle konuşuyorum.
Bazen duymasınlar diye sadece içimden, bazense onu bile umursayacak halim olmuyor...

Bütün bunların bir haftadan biraz daha uzun bir süre sonra biteceğini bilmek iyi bir his.
Ama sene sonu ortalamam geldiğinde herşey yine bu hale dönecek.
O çok sevdiğim Cumalardan bir tanesine yine gözlerim ıslak, aklım darmaduman, hayallerim yerlerde sürünüyor olacak.

Kulaklıklarım kulağımda tabii...

"When the pain dies down
And the dam becomes a river
The fire burns out under the rain..
Can you feel it now?
It's gone from you forever
Fadin out under the rain..."
Chris Stills

7.1.10

But if you can hold on, hold on...

Hayatta her şeyin istediğimiz gibi olmayacağını daha ufacıkken öğreniyoruz. Ama buna rağmen hayal etmekten alı koyamıyoruz kendimizi. "Olsa ne güzel olurdu" ile başlıyor her şey, biri çıkıp "Neden olmasın?" desin diye bekliyoruz sonra. Biri mutlaka çıkıyor öyle, çıkmasa da kendi kendimize diyoruz. Yeterli gücü toplamak için gereğinden fazla zaman kaybediyoruz, ama ilk adım atılıyor bir şekilde. İki atılıyor, sonra üç. Dört, beş gidiyor bir yerlere, gittiği kadar. Bazen hakikaten alıp başını gidiyor, kendimiz de şaşırıyoruz.
Bu sefer ikinci bir olay için hayaller kurmaya başlıyoruz. Kimse yapma etme demiyor tabi. Bir hayal gerçekleşti mi, onun en başta bir hayal olduğunu ve gerçekleşemeyeceği ihtimali olduğunu unutuyoruz. Ne kadar nadir bulunduğunu unutuyoruz. Hele de hayal kırıklığına az uğramışsak hayatta, hayalperestliğimiz bizi asla rahat bırakmıyor. Hayal etmeye devam ediyoruz, bir umut etme hali sarıyor, karşı koyamıyoruz.
İşte birinci, ikinci hayal derken öyle bir noktaya geliyoruz ki her şey mümkün, her şey olabilir geliyor.

Sakın yanlış anlamayın, bence de her şey mümkün ve her şey olabilir.
Bir yıldızın parlaması ne kadar mümkünse, sönmesi de o kadar mümkün mesela.

Kendi başımıza kurduğumuz ütopyada çiçek toplarken buluyoruz kendimizi.
Hayatın gerçekleri de tam orada buluyor bizi.
Ve tüm o umutlarla kurduğumuz ütopya, o dünya, o ev; bir rüzgara kapılıp çok uzaklara gidiyor. Kalakalıyoruz, inanamıyoruz. Sanki gerçek o yarattığımız dünyaymış da, onu alıp götüren bu rüzgar yalanmış gibi geliyor. "Neden?" diyoruz kendi kendimize..
Kimse çıkıp "Neden olmasın?" demiyor tabii.
Biz de yediremiyoruz kendimize söylemeyi..

***

Son iki gündür yalnızlığımı paylaştığım şarkı:

All These Things That I've Done - The Killers

"Another head aches, another heart breaks
I am so much older than I can take
And my affection, well it comes and goes
I need direction to perfection,
No, no, no, no..

...

I got soul but I'm not a soldier.."

5.1.10

Birtanedir...

Bunalmak; ama gerçekten bunalmak.
Birkaç kağıt daha, bir kaç daha sayı üzerine bastığım, artılar, eksiler, kökler, bulmacalar, gereksiz sorular, kendini tekrar eden sorular, ekrandaki sorular, yazılması gereken kompozisyonlar, yapılması gerekenler, yapılması gerekenler, yapılması...
Bunalmak; ama gerçekten bunalmak. Sıkılmak. Küçülmek. Havada uçan bir nokta haline gelmek. Mikroskobik bir partiküle dönüşmek.

Ta ki Noel Baba göbekli adam kapımı çalıp suratındaki hınzır çocuk gülümsemesiyle yanıma gelene kadar.
Mis gibi de traş losyonu kokuyor, ama ben burnum tıkalı olduğu için kokuyu ancak yanağını benim yanağıma bastırdığında fark alıyorum.
Sırf ben "ne bu sakalın hali?" dedim diye kalkmış traş olmuş, bana yanağını uzatıyor...

Birtanedir benim babam.

4.1.10

"Bir kar tanesi ol.." (Teoman)

Sabah her zamanki gibi zar zor kalktım yatağımdan.
Her zamanki gibi zordu giyinmek, diş fırçalamak, ayakkabı bağlamak. Daha hala uykudayken sıcacık evimi terk etmek ve dışarıdaki buz gibi havaya teslim olmak zor geliyor işte...
Bugünse, apartman kapısından dışarı adımımı attığım anda o tanıdık ve özlendik kokuyu duydum. O tertemiz, soğuk koku. Yarı açık göz kapaklarımın altından aşağıda duran arabamızın üzerindeki beyazlık çarptı önce gözüme, sonra yan taraftaki çimenlerin üzerinde parça parça duran beyaz bulutlar.
Bu yılın ilk karı düşmüştü.
Kar, sonunda...

Asla içimdeki o ilk düşen karı gördüğünde illa dokunmak isteyen; eli üşüyünce de mızmızlanacağı yerde heyecanlanan çocuktan kurtulamadım.
Merdivenlerden aşağı koşup arabanın camındaki karı aldım avucuma..
Geceden kalma, donuk kar ellerimin içinde eriyordu ve ben hasta halimle titremeye başlamıştım bile. Ama kardı işte, bembeyaz...
Elimdeki kar eriyince, ön camdaki dokunulmamış karın üzerine elimi bastırdım ve o şekilsiz el izine sanki bir şaheser gibi bakıp mutlu oldum.

Tabii ben bütün bunlarla meşgulken servis gelmişti bile, el izimi arkada bırakıp servise koştum.
Ve gün karları eritirken, zayıf kar taneleri düşmeye devam ediyordu. İnat eder gibi. :)
Ama eve döndüğümde her şey bir önceki akşam gibiydi.
Sabahki bulutlar geride sadece yağmuru bırakmış, terk etmişti çimenleri...




3.1.10

Tesadüfler

Şu tesadüfler de olmasa, ne kadar renksiz olurdu hayat.
Siyah beyaz hayatlarımızın içinde ufacık ama sımsıcacık parlamıyor mu tesadüfler?
Ufacık ve rengarenk...
Hele benim hayatımda, günün yarısı tesadüflerle geçiyor. İyi ya da kötü, beklenen ve beklenmeyen tesadüfler.
Belki dağınık olduğum için, belki de etrafımdaki şeylere olması gerektiği gibi dikkat etmediğim için.
Ama tesadüflere sebep aramak da ayrı bir hata olur sanırım.
Oldukları gibi kalmalılar.
Öylece.. Büyülü...

Peki fizik lab'i gibi can sıkıcı yükümlülüklerim varken -ki gerçekten bir an önce ona dönmeliyim yoksa yarın sabah data table'ın çizgileri sol yanağımda uyanacağım- ne tesadü ve rengi diye düşünüyor olabilirsiniz; ama paylaşmadan edemedim:

Her haftasonu olduğu gibi bu haftasonuda D&R'a Uykusuz'umu ve Penguen'imi almaya gittim.
(evet, ikisini de takip ediyorum, evet lanet olsun. ama Bahadır Baruter'in çizimlerini en az Ersin Karabulut'un hikayelerini sevdiğim kadar seviyorum. tutamıyorum kendimi. elim ikisine de gidiyor ne yaparsınız. neyse konuya dönelim..)
İçeri girdiğim anda hemen girişteki fırsat bölümüne bir göz attım, ve ne göreyim, ikili albüm paketleri, tek albüm fiyatına satılıyor. Ve öyle uyduruk şeyler de değil.
Daha bu sabah "Go-Get-The-Album-List"imi temize çekmiştim ve listede en tepedeki ismin iki tane fırsat paketi olduğunu gördüğümde kalbim deli gibi çarpmaya başladı tabii.
Ama yeterli param olmadığı için (gazeteler ucuz tabi, nerden bileyim ben böyle bir şey olduğunu 10tl var cebimde) heycanımı bastırıp kendimi gazetelerin oraya attım. Gazetelerimi alıp geri dönerken de yeni kitaplar da ne var ne yok diye bakmaktan alamadım kendimi. Daha önce de gördüğüm bir kaç romanın yanında beni şoktan şoka sokan bir kitap duruyordu:
Malcom Gladwell'in "The Outliers"ı.
Peki bu kitabın önemi ne mi? Dönem ödevi için seçtiğim kitap oluyor kendileri. Kütüphanedeki tek kopyası bende; bende, bende olmasına da; sürekli olduğu gibi bu seferde yeniletmek için geç kalmıştım. Ve bütün haftasonu "kitabı uzunca bir süre bulamamak riskini alıp geri bırakmak ve sonra almak" ya da "geç kaldığımı itiraf edip cezamı çekmek" seçenekleri arasında gidip gelmiştim. Ama tesadüfe bakın ki sonunda Türkiye'ye gelmiş ve dört kopyasını benim her haftasonu uğradığım D&R'a bahşetmişti...
Param ona da yetmiyordu ama bu hikaye annemi otoparktan çağırmaya ve kredi kartını kullanmama değerdi.
Tam gazeteleri ve kitabı öderken, nefsime hakim olamayıp o gördüğüm ikili paketlerden bir tanesini de kasaya getirmem cabası...

Şimdi fizik lab'imi yüzümdeki kocaman gülümsemeyle yazıyorsam, iyi bir nedenim olduğunu biliyorsunuz!

Diyorum ya;
Ah şu tesadüfler de olmasa...

2.1.10

Ortalığı Karıştırmak!

Blogu açalı 3 gün oldu olmadı, heyecandan olsa gerek, ortalığı karıştırdım.

Bundan sadece bir iki saat önce blog hiç bir şeye benzemiyordu doğrusu!
Durum şu ki; Kuşburnu'nun şeker pembesi layout'unu görünce, kendime de bir tane lazım olduğuna karar verdim. Penceresinin altındaki link'e girip tek tek inceleyip sonlara doğru bir tanesini beğenebildim (şu an görmekte olduğunuz layout'un ta kendisi! çok güzel değil mi ama?) ve kendimce sitedeki açıklamalara bakarak uygulamaya çalıştım.
Tabii teknoloji konusundaki üstün yeteneklerim beni ortada bıraktı.
Yazıları kayık, resmi yamuk bir blog çıktı karşıma.
Kabiliyetsizliğim üzerine hemen Kuşburnu'na olayın aciliyetini belirten (çünkü dakikada 1000 kişi ziyaret ediyor ya blog'u) bir mesaj attım.
Canım arkadaşım koşarak ekranının başına geçti ve kontrolü eline aldı.
Blog'u ona emanet ederek içeri kaçtım ve döndüğümde her şey tam istediğim gibiydi!

Biraz yarışma programı vari olsa da:
Kuşburnu'na burdan çok teşekkür ediyorum!
O tanıyabileceğiniz en tatlı ve mor kedidir.. Benden söylemesi!
Kendisi kadar tatlı blog'una da bir göz atın derim...

Not: Yazılar olması gereken yerde değilmiş gibi gözüküyorsa sayfayı yenilemeniz yeterli oluyor. Olmadı mı? Bir kez daha deneyin. Göreceksiniz; buna değecek... :)

1.1.10

Yeni Yıl

Ben yılbaşını severim.

Salonun tabanından tavanına uzanan çam ağacımızı kurmayı, renkli ışıklarını babam doladıktan sonra düzeltmeyi ve üşenmiyorsam anneme süslerini takmada yardım etmeyi severim.
Alışverişe çıkmayı, indirimleri takip edip hediye seçmeyi severim.
Hediyeleri paketleyip, pakete uygun kurdelelerle süslemeyi; sonra gizlice ağacın altına yerleştirmeyi severim.
Yılbaşı ağacının altının gittikçe doluşunu izlemeyi, merak etmeyi severim.

Getirdiği umudu ve fırsatları severim.
Her şey bir yana, insanların mutlu olması için bir bahanedir yılbaşı.
Şu sıralar hepimizin mutlu olmak için bahanelere ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.
Sırf rakamlar değişiyor diye mutlu olabiliyor insan, yeni bir yıl.
Kendine o eski sözleri tekrar vermen için bir şans daha, bu kez yerine getirmek için bir şans.
Hayal kurabileceğin, geçmiş günlerin hatalarını düzeltebileceğin 365 gün ve 6 saat.
İhtiyacın olan zaman ve fazlası belkide.
Mutlu Yıllar!